Kamboçya-Myanmar-Tayland; Uzakdoğunun altın üçgeni





27 Haziran – 11 Temmuz 2009
Uzakdoğu Altın Üçgen. Yine çok katmanlı bir seyahat beni bekliyor. Elif'le Tayland, Phi Phi island ve Bangkok, Bangkok üzerinden yalnız başıma doğaçlama Myanmar ve Kamboçya, Bangkok’ta tekrar Elif’le buluşmak ve geri dönüş. Seyahatin önündeki en büyük handikap Myanmar vizesi... Burası dünyaya tamamıyla kapalı bir ülke olduğundan ve vize alınması neredeyse imkansıza yakınken, bir anda her şey Kurtuluş’un Uzakdoğuya konsolos olarak atanmasıyla kendiliğinden çözülüyor. Haydi hayırlısı bakalım.

Birinci katman Phi Phi
27 Haziran Cumartesi: Öğlen Bangkok’a varıyoruz. Kurtuluş ve Ece’yle havalimanında buluşup Phuket’e devam. Ece stajer olarak yörenin en lüks otellerinden birinde çalışmaya başlayacak. Biz de hem Ece'yi otele yerleştireceğiz, hem de fırsattan istifade bir gün keyif yapacağız. Otele ancak akşam vakti varabiliyoruz. Daha resmi açılış bile yapılmamış. Otel bomboş ama odalar mükemmel… Uzakdoğu mutfağından hazırlanmış akşam yemeği mükemmel… Yemek sonrası kumsala karşı neskafelerimizi yudumlamak mükemmel ve en önemlisi tüm otelde yalnız başımıza olmak mükemmel…  Odalarımızın önünden "havuz" geçiyor. Gece vakti odamızın bahçesinden havuza giriyoruz, tüm oteli karanlıkta "yüzerek" turluyoruz, yine odamızın önünden çıkıyoruz… Elif’le birbirimize bakıp gülümsemek… Biz neredeyiz!



28 Haziran Pazar: Bugün Phi Phi’ye gitmeyi planlarken, otel bizi büyülüyor. Hiçbir yere kıpırdamayıp keyif yapıyoruz. Kahvaltı, havuz, Hint okyanusuyla tanışmak, kumsalda uzun yürüyüşler… Öğleden sonra Phuket merkeze iniyoruz. Patong kumsalında Kurtuluş’un tavsiye ettiği küçük bir otele yerleşiyoruz. Akşam vakti Kurtuluş’la vedalaşma ve erkenden yatağa…

29 Haziran Pazartesi: Bugün Phi Phi günü… Sabah mutlulukla uyanıyoruz. İki gündür süren yağmur sona ermiş, gök masmavi. Tayland’da yağmur sezonunda böyle bir hava yakalamak büyük şans…Gemiyle iki saatlik bir yolculuktan sonra Phi Phi’ye varıyoruz. Ton Sai merkezin en güzel oteli olan Cabana'ya low season şerefine yarı fiyatına yerleşmek ve panaromik Phi Phi manzarasını cepheden görecek şekilde şezlonglarımıza kurulmak. Offf çok güzel yaaa. Güneş altında biraz mayıştıktan sonra, hemen program peşinde koşturuyorum.

Öğleden sonrası için, “Beach” filminin çekildiği ve içinde yerleşime izin verilmeyen Koh Phi Phi Leh adasına bir sürat teknesi turu alıyoruz. 2x200 beygirlik motorlar bizi resmen deniz üstünde uçuruyorlar.  İlk olarak bir kumsalda örümcek maymunlarıyla haşır neşir olmak, sonra shark point denilen bir resifte şnorkel yapmak. Ürdün kadar olmasa bile, yine de çok hoş. Gün giderek güzelleşiyor. Phi Phi Leh adasında yemyeşil dağlarla çevrili nefis bir koyda "cennete" dokunmak. Tropik ormanlarla kaplı konik tepeler, şıkır şıkır mavi-yeşilin binbir tonuyla bezenmiş harikulade bir deniz. Camgöbeğinden bir renk cümbüşünün içinde yüzmek. Son olarak Beach filminin çekildiği mükemmel kumsalda, Maya beach’de günü bitirmek. Phi Phi bizi tek kelimeyle büyülüyor. Akşam bir travesti club’da cabare-show ve canlı müzik. Kadın erkek her şey birbirine karışıyor!








30 Haziran Salı: Tüm gün otelde keyif yapıyoruz. Bol bol deniz, bol bol havuz. Saat 15.00 gibi gemiyle Phuket'e geri dönmek. Bugün hayli karmaşık. Yanımızda yüklü valizlerle geziyoruz. Phuket'te zaman öldürüp akşam Bangkok’a uçacağız. Ancak öğreniyoruz ki, bizim uçuş gece 11.00’e ertelenmiş. İlk başta sıkılıyoruz, ama sonra her şey kumsalda bir kafeye yerleşmemizle beraber güzelleşiyor. Patong'da harika bir güneş batışı, kum üstüne koydurduğum masada yemek yerken Phuket sahilindeki cümbüşü izlemek. Kağıttan sıcak hava balonları uçuranlar, sevgililer için tek atımlık havai fişek satanlar… "Başbaşa" burada olduğumuza memnunuz. Havalimanı. Bangkok’a gece uçuşu. Gece yarısı maceralı bir taksi yolculuğuyla Kurtuluş’a ulaşmak. Bir yanda Kurtuluş, diğer yanda Ergun dayılar, bahçede gezen tavus kuşları. Absürt bir karşılama. Evet, şaka değil. Bangkok’ta geçirdiğimiz süre boyunca, Türkiye konsolosluğunda Kurtuluş’un dev residansında kalacağız… 






İkinci Katman Bangkok
1 Temmuz Çarşamba: Bugün Elif’le Bangkok’u turlamak.  Wat Pho tapınağı ve içinde kıvrılmış yatan 42 metre boyundaki dev Buda heykeli... Nirvanaya ulaşmış, aydınlanmış ve nefis bir şekilde gülümseyen… Arkasından Wat Phra ve Grand Palace. Ne büyük şatafat… Ruhunu arındırmak için kendi sarayından bile kaçmayı göze alan, “sadelikte” tekamülünü hızlandıran Siddhartha (Buda) kendisine bu kadar heybetli tapınaklar adanmasını nasıl karşılardı acaba…

Taksi şöförleri, Tuktukçular bizi resmen deli ediyorlar. Hepsi ağız birliği edermişçesine tapınakların kapalı olduğunu söyleyip bizleri mücevher dükkanlarına söğüşe götürmeye uğraşıyorlar. Bu kadar da gözümüzün içine bakarak da yalan söylenmez ki… Eve dönerken Bangkok trafiğiyle tanışıyoruz. İstanbulu mumla arıyorum desem, abartmış olmam. Bu arada Myanmar ve Kamboçya vizelerim bir günde haloluyor. Normal koşullarda Burma vizesi için Bangkok’ta bir hafta konsolosluk kapısında yatmak gerektiğinden, Kurtuluş’un yarattığı ayrıcalıklara minnet duyuyorum. Gece “cool” bir Bangkok barındayız. Sedirlere uzanmış Elmalı Martinimizi yudumlarken Kurtuluş’un arkadaşlarıyla sohbet ediyoruz. Arada da düşünüyorum. Şimdi buradayım, kadayıfın üstündeki kaymaktayım. Yarın Burma’da kimbilir nasıl bir bilinmezliğin içine yuvarlanacağım. Yarın akşam bu saatlerde acaba Yangon’da mı, Bagan’da mı yoksa Mandalay’da mı olacağım. Gidiş ve dönüşüm belli, arasındaki hiçbir şey ise fikslenmiş değil. Neredeyse Türkiye büyüklüğündeki bir ülkenin içinde her zamanki gibi yine doğaçlayacağız.




Üçüncü Katman Myanmar (Burma)

2 Temmuz Perşembe: Sabah saat dokuzda Yangon havalimanına iniyorum. Henüz Burma içinde yapacağım hiçbir uçuşunun teyidini alabilmiş değilim. Burası uluslararası biletleme sistemlerine dahil olmadığından, elimde sadece kulaktan dolma bölük pörçük bilgiler var. Planım, bugün erkenden Yangon’dan Mandalay’a uçmak, Mandalay’ı gezdikten sonra yarın sabah Bagan’a geçmek, iki gün sonra da tekrar Yangon’a dönüp, burada gecelediktan sonra Bangkok’a gitmek. Ancak konu Burma olunca, evdeki hesap çarşıdan şaşıyor. Pis bir yağmur altında bilet işlerini halletmek için içhatlar terminaline yollanıyorum. Terminal, 1950'li Sovyet yıllarından kalma derme çatma karanlık bir yer. Döküntü bekleme salonunda neredeyse hiçbir yolcu göze çarpmıyor. Kimse bir yerden bir yere uçmuyor mu yahu! Gözlerimi dört açıp bilet satış ofislerini arıyorum, ancak etrafta ofis mofis yok. Zaten iç hat uçan üç hava yolu var. Birisi iflas etmiş, diğerinin günlük uçuşları yok. Elle tutulur tek havayolu olan Air Bagan ofisi ise dolambaçlı koridorlardan ilerleyerek binanın üst katlarında ahır gibi bir yere varınca… nah işte orası.  Online check-inle elimi kolumu sallaya sallaya uçağın içine girmeye alışmış biri olarak, odadakilerin binbir sakarlıkla ellerindeki klasörlerden kağıtları oraya buraya saçarak uçuş tarifelerini bulmaya çalışmalarını bön bön izliyorum. Sonuçta bugün Mandalay'a uçak falan yok...Yangonda çakılı kaldık iyi mi. Yeni plan, günü burada geçirdikten sonra yarın sabah Bagan’a, iki gün sonra ise Mandalay’a uçmak. Mandalay’da 5-6 saat geçirdikten sonra akşam yine Yangon’a dönmek… Yavaş yavaş daha iyi anlamaya başlıyorum. Ayın karanlık yüzündeyim. Cep telefonu şebekesi yok… Kredi kartı yok… Internet yok. Dört gün dünyaya kapalıyız. Lonely planet’ten yakaladığım Guest Care otele yerleşiyorum. Otelde benden başka kalan yok. Sıkıntılıyım. Hesapta Yangon’da tam gün kaybetmek yoktu. Hava kapalı, hava puslu, içim puslu... Öğlene dek otelde uyukluyorum. Parmağımı kıpıtdatacak halim yok.  
Kendimi bu garip miskinlik halinden uyandırmak için hayli uğraştıktan sonra zor bela harekete geçmek...İlk hedefim Shwedagon Paya, Burmalı budistlerin en kutsal haç yeri. Vaaay canına! Tüm sıkıntılar “ani bir ışık patlamasıyla” buharlaşıveriyor. Çevremi saran gri banallık denizinden “bir tavşan deliğinden geçerek” Alice Harikalar Diyarına düşüyorum. Bunu başka şekilde betimlemek gerçekten güç!  Bildiğim tüm mimari kalıpların çook ötesinde, düşle gerçekliğin arasında bir yerde dalgalanan, tam yüz metre yüksekliğinde çan şeklinde altın kaplı dev bir kubbe. Tapınağın üstüne kondurulmuş bir kubbeden bahsetmiyorum, tapınağın bütünü bir kubbe şeklinde! “Çanın” çevresi daire şeklinde onlarca küçük rengarenk tapınakla çevrelenmiş. Ülkenin dört bir yanından gelen kırmızı cüppeli Budist keşişler kalabalık gruplar halinde Payanın çevresinde derin bir inançla dönüyorlar…dönüyorlar…dönüyorlar.  Burası sihirli, burası tılsımlı, burası yüreğimin derinliklerine dokunan... Etrafta gezinen benden başka tek bir Batılı yok. Bir uzaylı gibiyim. Herkesten üzerime ilgi seli. Bir sürü insanla küçük küçük, çat pat hoş sohbetler. Payada çok keyifli anlar yaşadıktan sonra, bir de şehrin içine karışayım diyorum. Tanrım, bu ne sefillik. Pespaye sokaklar, üzerinde otlar-ağaçlar bitmiş adalet sarayı, kirden kapkara olmuş devlet binaları, 50 yıllık otobüsler, otomobiller, caddelerde akan umutsuz bir insan seli… Burma 40 yıldır cuntayla yönetiliyor. Aynı Kuzey Kore gibi, ülkenin tüm damarları dış dünyadan koparılmış. İnsanların yüzleri, ruhları gölgeli… Akşama doğru tekrar Shwedagon’a sığınıyorum. Dünya alacakaranlığa gömülürken, umutsuzluğun gölgesinden, huzur ve barışın ırmaklarına karışmak. Karanlık gecenin içinde altın kubbesiyle güneş gibi parlayan Paya belki de tüm Burmalıların yaralı ruhlarını kıvılcımlarıyla sağaltıyor. Odamda uykuya dalarken dolu dolu gülümsemek. “Yangon, sunduğun süprizlerle beni tek kelimeyle darmaduman ettin.”






3 Temmuz Cuma: Güneşli bir günün sabahında tüm bu yolculuk fikrinin doğum noktasındayım, Bagan’dayım. Yıllar önce gördüğüm buğulu bir resimden başlayan Bagan aşkı, sonunda özüne kavuşuyor. Old Bagan’ın en güzel oteli olan River View’e yarı fiyatına yerleşmek. Yangon’da olduğu gibi burada da neredeyse tek başımayım. Eveeet. Perdeler açılsın…Keşifler başlasın!
Lonely planet’in benzetmesiyle, Avrupadaki tüm katedralleri Manhattan adasında toplasak nasıl görünürdü… Aynı Bagan’daki gibi… Kırk kilometrekarelik geniş, yemyeşil bir ovadan pürleyen tam üçbin Budist tapınağı. Köln Domu kadar büyük olanından avuç içi kadar küçük olanlarına kadar… Eskiden bu sayı onbinler civarındayken ancak bu kadarı günümüze kalabilmiş.  Lafı gelmişken, budistler tapınaklarına “Paya” diyorlar. Soru: Bagan nasıl dolaşılacak. Cevap: Bisikletle… Benim düldül, bisiklet ilk icat olduğundan beri pek evrim geçirmemiş. Kurşun gibi ağır, lastiklerin tüm dişleri erimiş ve vites… hımmm, o da ne…Ama ne gam, “bizim fakirle” yollara düşüyoruz. Kocaman Ananda Pahto, piramit şeklinde Dhayammangi, arkasından iki katlı mütevazi bir Payanın tepesinde yalnızbaşıma ormanın ve içinden fışkıran kubbelerin evrenine dalmak… Bagan bomboş, tüm toprak yollarda bir başıma oradan buraya keyifle sürtüyorum. Ancak öğleden sonra yolumu bucağımı kaybedince, kör sıcakta işin rengi değişiyor. Macha Pichu’daki trekten beri hiç bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum. Bisikletim de sağolsun beni taşımaktan çok, kendini bana taşıtıyor. Kan ter içinde Nyaoung merkez köyüne vardığımda, beş kilometre ötedeki otelime bisiklet sürecek takati dahi kendimde bulamıyorum. Ben ve bisikletim bir taksi pickup’ın sırtında otele varıyor. 😊

Güneşin batışını seyretmek için yola çıkmadan evvel, otelin güzelliğine vakıf oluyorum. Kadim Irrawaddy nehri kıyısında kocaman bir bahçe, bahçenin ortasında bin yıllık bir Paya ve tam Payanın önüne çekilmiş bir masada öğlen yemeği yiyen bir gezgin… yani ben.  Güneş batışı Pyathada Paya’nın büyük avlusunda… (bu sefer bir at arabasının kıçında gidiyorum) Renklerin değişimi çok güzel. At arabasıyla karanlıkta dönüş yolu da çok hoş. Akşam yemeği, otelin avlusunda yine aynı yerde ve aynı keyifte… Sanki tüm oteli kendim için dışarıya kapatmış gibiyim… 












4 Temmuz Cumartesi: Sabah ufak bir Payanın tepesinden gün doğuşu. Arkasından Maya piramitlerine benzeyen Shwesandaw Paya. Tanrım dün ortaya çıkmayan Bagan’ın sihri meğer tam burda lambasından fırlamayı beklermiş. Ormanların bağrından boy veren kavuniçi kubbeler ve her tarafı saran sabah tazeliği… Nefis. Bu arada dünden dersimi aldım. Bisikletime meydan okumayacağım, efendi takılacağım. Gawdawpalin Paya sonrası Mingalazedi Paya… Bu Paya kendini pek ele vermek istemiyor. Ulaşmak için bisikleti yarı yolda bırakıp, terliklerle dikenlerin arasından trekking, tapınağın tepesinden Paya ormanının ve nehrin görüntüsü çok güzel. Bu arada yeni bir kavram. Bisikleti bırak ve yürüyerek devam et. Orda burda ormanların arasından karşıma fırlayıveren ıssız Payalar. Hep yalnız olmak. “Go with the flow”, “kendini akışa bırak”.           Bu akşamki güneş batışı benim için belki de Burmanın Everest zirvesi oluyor. Yine sabahki “piramitte”, yani Mayalı Shwesandaw Payanın en tepesindeyim. Evet… Bu yaşadığım “şeyin” adı herhalde "big bang" olmalı…İçimdeki büyük mutluluk patlaması. O ne renk geçidi öyle… Batan güneş turuncu ışıklarıyla bir Paya'ya sanki “göksel bir ressamın fırça darbesiyle” dokunuyor, Paya bir anda ışıl ışıl oluyor, arkasından güneşin bulutlara saklanmasıyla Paya sönüyor, ama arkada başka bir Paya alev alev yanmaya başlıyor. Yanan-sönen, canlanan-canveren bir payalar evreninin tam merkezindeyim. Alacakaranlık, mavilerin koyulması, mora dönmesi, gökyüzüyle ormanın mistik bir havaya bürünmesi ve kulağımda Passion’ın eşsiz nağmeleri… Hava kararıncaya dek oradayım. Yolculuğun zirvesindeyim. Gece karanlığında bisikletimle dönüş yolu tam bir ruhani yolculuğuna dönüşüveriyor. Kanatlandım, uçuyorum. Gönlüme mesaj düşüyor. “Biraz burnun sürtüldüğünde hemen nankör olma!”













5 Temmuz Pazar: Artık Bagan’a hoşçakal zamanı. Sabah küçümen bir Payada güneş doğuşu. Sonra otele ve bisiklete veda. İstikamet havaalanı. Erken bir uçuşla Mandalay’a varıyorum. Bugünü buralarda geçirdikten sonra akşam Yangon’a döneceğim. Stresliyim, çünkü akşam uçağının kalkıp kalkmayacağı belirsiz. O uçak kaçarsa, ben de ne Yangon’a, ne de Bangkok’a dönebilirim. Bu arada Mandalay programı dolup taşıyor. Asıl hedefim, sadece deniz yoluyla ulaşılabilen gizemli Mingun…Havaalanından karayoluyla Mandalay’a, Mandalay’dan nehir yolculuğuyla Mingun’a git, Mingun’u gez, aynı yollardan geri dön ve uçağı yakala!  Bu programla nasıl başa çıkacağım ben yahu. O da ne.  Havaalanından Mingun’a direkt taksi varmış. Konu kapanmıştır. Mandalay şehri başka bir sefere…başka bir hayata… Delik deşik yollardan iki saatte Irrawaddy nehri kıyısındaki Mingun’a varıyorum. Yine dolu dolu yüzüm gülümsüyor. Burma’nın her bir köşesi farklı farklı süprizlerle dolu. Mingun’un alameti farikası Hsinbuyeme Paya bildiğin ak pak pamuktan yapılmış gibi. Burası, fırfırlı beyaz dalgaların her bir yönden yükselerek merkezde tek bir kubbede birleştiği uçuk kaçık bir yer. Sanki döne döne göğe uzanan koca bir konik girdap. Sonrasında…inşa edilirken daha tamamlanamadan bir depremle ortadan ikiye yarılmış, bitirilebilse 150 metre boyutlarında dev bir “Gulliver” Paya olarak kesinlikle Giza piramitleriyle boy ölçüşecek Mingun Paya. Bu tuhaf devin tepesine tırmanıp, üstünden nehri ve uzaktan beyaz beyaz parlayan Hsinbuyeme’yi seyretmek içime mutluluklar üflüyor. Dönüş yolunda doğaçlama ilaveler çıkıyor ortaya. Mandalay’ın ruhani merkezi Sagaing tepesi, orman içerisinden çiçekler gibi fışkıran beyaz Payalar, sokaklarda kalabalıklar halinde dolaşan büyüklü küçüklü kırmızı tünikli Budist keşişler. Bu garip topraklardaki tek gezginim… Spontaneyim… Anı yaşıyorum… çok keyifliyim. Nerdeyim abi ben! Neyseki uçağa yetişiyorum, uçak zamanında kalkıyor. Yine Yangon’da, üç gün evvelki otelimdeyim. Gizlice sıvıştığım çatıdan parlak Shwedagon’u izlerken gülümsüyorum. Akşam Yangon’da lüks bir İtalyan lokantası. Ülkenin yarısı günde iki doların altında yaşam sürerken, ben hayatımın en lezzetli pizzalarından birini Yangon’da yiyorum. Daha ne diyeyim!



6 Temmuz Pazartesi: Yine Bangkok’tayım. Elif’imi özlemişim. Elif, ben yokken Bangkok’un altını üstüne getirmiş. Alınacak tüm hediyeler, elektronik zerzevat halolmuş. Tüm gün beyaz tavuskuşlarıyla beraber pinekliyoruz.
7 Temmuz Salı: Bugün Kurtuluş izinli. Sabah cümbür cemaat floating market, yüzen Pazar. Arkasından Fil gösterisi. Futbol oynayan, bale yapan filler. Akşam güzel bir yemek sonrasında Kurtuluş ile Zeit geizt… güzel sohbetler.




Dördüncü katman Kamboçya
8 Temmuz Çarşamba: Sıradaki yeni macera…Kamboçya. Sabah Siem Reap’a iniyorum. Yağmur sezonunun göbeğinde olmamıza rağmen, hava şansıma mükemmel. Internetten yakaladığım Kazna hoteline yerleştikten sonra, beni üç gün boyunca gezdirecek Tuktukçumla tanışıyorum. “My friend Thun”. Saat 11.00 gibi Angkor Wat’ın kapılarındayım. İlk önce koca nehirleri andıran su dolu hendekleri köprüyle geçiyorum, ardından 400 metre daha yürüyüp dış avluyu aşıyorum. İşte karşımdasın muhteşem Angkor Wat, lotus çiçeği kuleleriyle katman katman yükselen ve özünde "kosmosun ta kendisi olan" Hinduların kutsal Neru dağını resmeden şahaserler şahaseri... Her kenarı tam “bir kilometre” olan düzgün dev kare. İç avluda kulelere çıkmak yasak, ama biraz para verince tüm yasaklar deliniyor. En tepelere kadar gizlice tırmanmak. Ancak asıl mutluluk patlamaları, yeşil çimenlerle kaplı bomboş ikinci avluda taşlara yatıp, Angkor’un sihirli dünyasına kabul edildiğimde başlıyor. Üç günüm ve gezilecek çok yerim var. Ama acelem yok.  Öğleden sonra Tomb Raider filminin çekildiği Ta Prohm tapınağı. Burası tartışmasız dünyanın en absürd yerlerinden biri. Cangılın kaderine bırakılmış, her köşesi devasal ağaçların kalın kökleriyle ahtapot gibi sarılmış... Salvador Dali’nin tablolarından fırlamış...veya o tablolar burdan fırlamış! Akşama girerken Phnom Bakheng tepesi… kalabalık ve çekici değil… Karar değiştirip yönümü Angor Wat’a çevirmek ve alacakaranlığa burada girmek. Gece Siem Reap merkezde kalabalıkların arasına karışmak çok keyifli. Ancak Lonely Planet’ten Kamboçya’nın yakın tarihini okudukça keyfim sönüyor ve yerini derin bir hüzün kaplıyor. Kmerler Angkor bölgesini 10.yüzyılda inşa etmeye başlamışlar. Angkor’un şaşaalı zamanlarında burada bir milyon insan yaşarmış. O zamanların Londrasında sadece 50.000 kişi yaşadığı düşünüldüğünde, burası yeryüzünün en büyük metropoluymuş. (Angkor’un kendi dönemindeki tek olası rakibi, Mayaların Guatemela'daki başkenti Tikal görünüyor. Hiç aklıma gelirmiydi ki, tam bir sene sonra Tikal'e gideceğim.) Bu kadim uygarlık, dev muson yağmurlarını ve su taşkınlarını bile, açtıkları koca su toplama havzalarıyla ehlileştirmeyi başarmış. Aradan bin yıl geçmesi medeniyet ibresini ileriye değil, ne yazıkki geriye döndürmüş. 1950’li yıllarda bağımsızlığını ilan eden ülke, 1970’li yıllarda Kızıl Kmer dehşetinin eline düşmüş. 1975-78 döneminde, dünyanın en absürd Maocu toplum deneyi sonucunda, milyonlarca kişi mesleklerine ve yaşlarına bakılmaksızın şehirlerden koparılarak pirinç tarlalarında çalışmaya zorlanmış. Üç senede tam iki milyon insanın öldüğü varsayılıyor. En acıklısı da Kızıl Kmer’lerden bir kişinin bile yargı önüne çıkarılmamış olması ve vicdanlarda derin yaralar açan bu olayın yapanın yanında kar kalması… Ülke en azından son 10 senede huzura kavuşmuş görünüyor…Ancak sokaklarda gezerken gözlemlediğim gülen-eğlenen-sohbet eden yöre insanlarının yakın geçmişte nasıl bir teröre maruz kaldıklarını bilmek insanlık adına beni utandırıyor.







9 Temmuz Perşembe: Sabahın köründe kalkıyorum. Etraf daha aydınlanmamış. My friend Thun kapıda beni beklemekte. Angkor Wat ve güneş doğuşu. Renklerin koyudan başlayarak giderek açılmasıyla sevgili Wat’ın girdiği turuncu-sarı nefis cümbüş hali. Seyahatin tartışmasız en güzel gün doğumu… Tapınağın önüne bir sandalye çekip tefekküre dalmak ruhumu arındırıyor. Giderek yavaşlıyorum…yavaşlıyorum…

Angkor Wat da aynı Petra ve Macha Pichu gibi yüzyıllar boyunca tarihten silinip gittikten sonra 1860 yılında bir Fransız tarafından cangılın ortasında bulunmuş. Angkor'u sadece Angkor Wat'tan ibaret saymak tek kelimeyle ahmaklık. Keşfedilecek o kadar çok şey var ki. Sabah tazeliğini henüz korurken erkenden Angor Thom bölgesi ve bölgenin göz bebeği olan piramit formundaki Bayon’un baştan çıkarıcı mimarisi. Tapınağın her köşesindeki dev tanrı-kral kabartmaları gerçekten çok etkileyici. Sonrasında Angkor Thom’un maymunlarını beslemek.  Üç kağıtçılar yemişleri teker teker vermemden sıkılıp çantaya sakladığım nevalenin tamamını çalıp kaçıyorlar. Sonrada aşırdıkları yemişleri tırmandıkları ağaçtan kafama atıyorlar. Ulan beni maymun ettiniz be…Tapınakların çoğunda yine Budist keşişlere rastlıyorum. Burmadakilerden farkları kırmızı değil, parlak turuncu cüppeler giymeleri.  Öğlen biraz otelde soluklandıktan sonra, görmediğim diğer tapınakları Thun’la gezmeye devam ediyoruz. Özellikle East Mebon, ıssızlığıyla, cangılın ortasındaki yalnızlığıyla nefes kesici… Acele etmeden köşeye uzanıp seyre dalıyorum. Arkasından East Mebon’un yanı dibindeki Pre Rap’ta güneş batışı. Dünkü Bakheng gibi boğucu değil, çok hoş… Tekbaşına kalıncaya dek tepede keyif yapmak. Aşağı inip Thun'u bulmaya gittiğimde güneş çoktan batmış vaziyette. Akşam Siem Reap’te keyfe devam…







10 Temmuz Cuma: Sabah güne sabit balonla Angkor’a yukarıdan bakarak başlıyorum. Angkor’un son gününde mayın tarlaları arasındaki uzak tapınakları gezeceğim. Ama Thun’a yalnış bilgi verince bir anda kendimi, görmek istediğim tapınağın 20 km ötesinde başka bir yerde (Phnom Kulen) buluveriyorum. Tuktukla bir saatlik yokuş-yukarı yolculuktan sonra romörkü bırakıp, motorsikletle tırmanmaya devam... Ormanlar arasından tepeye çıkan toprak yol. Thunun beline sarılmış yeşil sonsuzluğa gülümsemek. Zirveye doğru orman içinde bir şelale…ötesinde bir tapınak, içinde sevgili Buda Nirvana pozunda. Bir dere yatağında sular altında Buda kabartmaları.

Thun’a “etrafta mayın var mı” diye sorduğumda bana acı acı gülümseyerek pantolonunu sıyırıyor. Thun, tahta bacak… Arkasından hikayesini döküyor ortaya. Kızıl Kmer zamanında, 15 yaşında askere alınıyor, hemen arkasından bir “topuk koparana” basıyor ve dünyası kararıyor.    Bu bahtsız insanların en büyük şansızlıkları ne yazıkki bu coğrafyada doğmuş olmak… İçim parçalanıyor. Dönüş yolu ve Angor Wat’ın finali. Wat’ın tam karşısında gölgeye sandalyemi çekip, o eşsiz güzelliği içime çekmek. Sevgili Angkor, sana dokunabildiğimden dolayı çok mutluyum. Dönüş yolculuğu. Akşam saat sekiz sularında konsoloslukta Elif, Kurtuluş ve tebaasının karşılarına oturmuş, keyiflice maceralarımı anlatıyorum. Kurtuluş ve Ergun, Elif’in iki yanına dizilmiş, Ying ve Yang’ı oynuyorlar.  Kopuyorum.







Beşinci katman Bangkok 
11 Temmuz Cumartesi – SON GÜN: Elif’le kendimizi Bangkok sokaklarına atıyoruz. Artık Elif beni gezdiriyor, ben Elif’i değil. Tekne turu, arkasından şehrin Taksim’i Silom, Silom’da dev bir alışveriş merkezinde, cıvıl cıvıl insanlar arasında yemek. Metroyla ÇatuÇat market… İçeride bir hippy bar’da müzik ve relax. Sonra metroyla eve dönüş. Son akşam yemeği. Kurtuluş bizi havalimanına bırakır. Gece uçuşu. Sabah 5.00 gibi yuvamızdayız. Çocuklarımı çok özledim, onlara hemen kavuşmak istiyorum.



Yolculuğun düşündürdükleri:
Babamı kaybettikten sonra seyahati iptal etmeyi çok düşündük. Ama son dakikada bu güzel hayaldan vazgeçmemeyi seçtik. Gerçekten çok katmanlı bir seyahat oldu. Phuket’te +5 yıldız oteldeki ilk gecemiz, Phi Phi’deki sürat teknesi turu, Bangkok’ta Türkiye büyükelçiliğinde Kurtuluş’un rezidansında kalmak, Kurtuluş’un inanılmaz konuk severliği, bize beş kuruş harcatmama gayreti, Elif’ten ayrılıp yalnız başıma yaptığım Burma&Bagan, Kamboçya&Angkor seyahatleri en göze çarpan zirvelerdi. Burma’nın cunta rejiminde dünyayı 50 yıl geriden takip etmesi, Kamboçya’nın on yıl evveline kadar yaşadığı büyük insanlık dramı, tahta bacaklı arkadaşım Thun, aslında ne kadar şanslı olduğumuzu, akı boku hayat memat meselesi haline getirmeyerek yaşadığımız her güzel şey için şükretmemiz gerektiğini, bir kez daha yüzüme vurdu. Bu seyahatle birlikte BIG FIVE tamamlandı. Ürdün, Mısır, ABD, Peru ve Uzak doğu. Bakalım gelecek günler bizlere neler gösterecek. Daha nice maceralara...

Yorumlar

  1. Abi tek kelime ile harikasın!
    Muhteşem bir blog olmuş.
    Eline ve yüreğine sağlık.

    Okurken gezdiğiniz yerleri gezdim, gördüğünüz yerleri gördüm ve hatta hatta "elmalı martini'nin" bile tadını almış gibiyim. Yazıyı herkes yazar ama sen resmen anı yaşatmışsın, bunu herkes yapamaz kutluyorum. Bu sıkıcı pazar gününde o kadar iyi geldiki bu yazı, kısa bir tatil yapmış modundayım. Gevşedim süper bir enerji aldım...
    Daha nice nice gezilere ve yazılara.

    YanıtlaSil
  2. Yeliz'cim çok teşekkürler...
    devamı yolda...
    sevgiler

    YanıtlaSil
  3. Phuketde acaba hangi otellerde kaldınız? Bizde haziranda 10 gün bangkok ve phuket koh samuide olacağız. Nereleri önerirsiniz?
    teşekkürler,

    YanıtlaSil
  4. selam... ilk gün jw mariott spa&resort phuket'de kalmıştık. Ancak daha resmi açılışı yapılmadığından çok uygun fiyata gelmişti. İkinci gün de patong'da no name bir otelcikte kaldık. Phi phi adasında da Cabana'da kaldık. Phuket'de Patong'dan ziyade Phi Phi'yi öneririm. Phuket'ten James Bond adasına da gidilebiliyor. ama çok fazla turistik. Bangkok'da gittiğimiz yerleri blog'dan görebilirsiniz. Koh Samui'ye gitmedim ama çok öneriliyor. Tayland'da irili ufaklı çok ada var. Bangkok haricinde biraz kafa dinlemek istiyorsanız, turistik yerler fazla kalabalık olacağından, fazla turistik olmayan adaları internette forumlardan araştırmanızı tavsiye ederim.
    iyi yolculuklar

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km