MISIR... hem de bir turist kılığına girerek...
TEK BAŞINA MISIR - Mayıs 2005: Yıllardır beklenen ve sürekli ertelenen macera – Yaza yaklaşırken Mısır paketleri o kadar ucuz ki...geleneği bozup hazır bir tur alıyorum. Ama hedef turu bir kılıf olarak kullanıp yine doğaçlama takılmak ve bildiğimi okumak.
Turist postuyla gezerken izlenimlerim en sonda !!!
1.GÜN: "Grupla" Kahireye akşama doğru varıyoruz. Nil kenarında bir gemi restoranda yemek. Kahire’de gün batarken geminin güvertesinde ilk keyifler.
2.GÜN: Erkenden
uçakla Luksor. Bugün Nil gemisine biniyoruz. Sabah ilk durak Krallar vadisi. Vadinin başında bizi selamlayan iki koca Memnun heykeli, estetik Hacepsut
tapınağı, arkasından 46 derece sıcaklıkta krallar vadisine giriş. En tepedeki
Tutsis’in, Sepi’nin mezarları. Aşırı sıcak sebebiyle vadi boş – bunun önemini
sonradan daha iyi anlayacağım – sürenin tamamını kullanıp geri döndüğümde
grubun patlayarak beni beklediğini görüyorum. Farklı bir türden olduğumu yeni
yeni kavramaya başlıyorlar. Gemiye yerleşiyoruz
Grubu beklemeden taksiyle Karnak – en merak ettiğim tapınak – dev sütunlarla dolu "hipostel" harika, sütunların iç içe yarattığı garip geometriler ve müzikle ilk trans. Fakat ıncık cıncık müze görevlileri tepeme üşüşüp keyfimi bozuyorlar. Luksor’da ana tapınağa girmeden evvel şehirde halka karışma düşüncem fiyaskoyla sonuçlanıyor. Turist olduğumu anlayıp bala üşüşen arılar gibi tepeme ediyorlar. İlk defa turla geldiğime seviniyorum. Bu seviyede yapışkanlıkla tüm bir gezi boyunca başedemezdim. Luksor tapınağı etkileyici, ancak her tarafta boğucu bir kalabalık. Henüz patlama yok.
Bu arada turistlerin bir ritueli gerçekleştirirmişçesine, gördükleri her şeyi alelacele makinelerine kaydedip, hiçbir mutluluk ibaresi göstermeyerek, “bir görev bilinciyle” fotoğraflamak için başka bir yere koşturmalarını izlemek geriyor beni. “Tapınağın fotoğrafı çekildi – artık kamerada – yani tüketildi – ben buradayım demenin kanıtı artık elimde” – ama işte o kadarsınız.
Grubu beklemeden taksiyle Karnak – en merak ettiğim tapınak – dev sütunlarla dolu "hipostel" harika, sütunların iç içe yarattığı garip geometriler ve müzikle ilk trans. Fakat ıncık cıncık müze görevlileri tepeme üşüşüp keyfimi bozuyorlar. Luksor’da ana tapınağa girmeden evvel şehirde halka karışma düşüncem fiyaskoyla sonuçlanıyor. Turist olduğumu anlayıp bala üşüşen arılar gibi tepeme ediyorlar. İlk defa turla geldiğime seviniyorum. Bu seviyede yapışkanlıkla tüm bir gezi boyunca başedemezdim. Luksor tapınağı etkileyici, ancak her tarafta boğucu bir kalabalık. Henüz patlama yok.
Bu arada turistlerin bir ritueli gerçekleştirirmişçesine, gördükleri her şeyi alelacele makinelerine kaydedip, hiçbir mutluluk ibaresi göstermeyerek, “bir görev bilinciyle” fotoğraflamak için başka bir yere koşturmalarını izlemek geriyor beni. “Tapınağın fotoğrafı çekildi – artık kamerada – yani tüketildi – ben buradayım demenin kanıtı artık elimde” – ama işte o kadarsınız.
3.GÜN:
Gemi nihayet hareket ediyor. Tüm gün nehirdeyiz. Öğlene doğru bir kanala gelip,
geçmek için saatlerce sıra bekliyoruz. Bir tarafta kayıklarıyla gemiye yanaşıp birkaç
dolar için kendilerini parçalarcasına mal satmaya çalışan Mısırlı satıcılar –
diğer taraftan gülerek maymunlara fıstık atarmışçasına bu insanlarla dalga
geçen umarsız, götü boklu turistler. Bu zavallı insanların tek suçu bu
coğrafyada doğmuş olmak. Güvertede zaman iyice ağırlaşmışken, yöre insanıyla aramızdaki uçurumların kapanamayacak derinliklere sürüklendiğini görmek, yüzüme koca bir tokat gibi iniyor. Tüm gün içim bulutlu...
4.GÜN:
Sabah gemimiz Edfu'ya park ediyor. Edfu tapınağı – en iyi korunmuş tapınak – çok kalabalık – ancak
Luksor’daki gibi baymıyorum. Hermes, Horus, İsis karşımda. Sanki tapınak duvarlarından fırlayıvericeklermiş gibi capcanlılar.
Öğlen ise seyahatin ilk büyüsü başlıyor – NİL. Çöle hayat veren – herşeyin kaynağı - herşeyin sebebi... Çevresinde Nil'le beraber uzayıp giden birkaç kilometre genişliğinde yeşil bir şerit – tüm yaşamı barındıran – ötesindeki ölümcül çöle kafa tutan...
Sonra bir "sır" keşfediyorum – bu güzelliği güvertede geri zekalıca bağırıp çağrışan turist güruhuyla seyretmek yerine kamarama çekilmek – tam o anda ufacık tefecik kamaramla aramda özel bir bağ oluşuveriyor. Geniş penceremi ardına kadar açıp, koltuğumu altıma çekiyorum – önümden inanılmaz hoşluktaki palmiyeleriyle, yemyeşil adacıklarıyla, selam alıp verdiğimiz balıkçılarıyla, oynaşan çocuklarıyla engin bir denizi andıran kocamanlığıyla, sonsuz bir Nil akıp gitmekte – İşte ilk kez, “hep burada olmalıyım” diye düşünüyorum – kulağımda müzik, suratımda çakılı bir gülümseme – o kutsal nehre dokunuyorum. Saatlerce yalnız, mutlu, mesut küçük sığınağımdayım..."kamaramdayım"...
Akşama doğru Komombo’ya varıyoruz – gemiden iner inmez parmaklıklar arkasından incik boncuk satmak için bize doğru koşan onlarca çaresiz çocuğu ve onları kovalayan değnekçileri görünce yine kötü oluyorum – elinde kameralarıyla züppece dolaşan kokoş turistlerle, günde bir doların altına yaşayan bu çaresiz nesil birbirlerinden o kadar kopuklar ki...
Ufak, ama çok zarif tapınak – asıl patlamalar gün batımına doğru başlıyor – alaca karanlığa geçişle beraber etrafımı saran renkler bir anda çıldırıyor. Mısırlılar tapınakları gece vakti aydınlatmakta çok ustalar...Komombu karanlık çöktükçe, lacivert gökyüzünde bir zümrüt gibi parlamaya başlıyor. Çok ama çok özel anlar. Gece vakti etraf ıssızlaşırken, ben kulağımda müzik, sanki binlerce yıl geriye sürükleniyorum, bir Mısırlı rahip ruhuna bürünmüş, tapınağın içinde sessizce dolaşıyorum.
Bu arada, gemi beni bekliyor – ancak bu güzellik avucumdayken varsın biraz beklesin – gemiye en son ben varıyorum – içeriye adımımı atmamla beraber çabucak halatlar çözülüyor ve gemi yola çıkıyor. Gece güvertede "Pink Floyd More" eşliğinde karanlık sularda süzülüşümüzü izliyorum. İlk kez bugün kadim Mısır'ın kalbine dokundum, yüzeylerden, derinlere indim.
Öğlen ise seyahatin ilk büyüsü başlıyor – NİL. Çöle hayat veren – herşeyin kaynağı - herşeyin sebebi... Çevresinde Nil'le beraber uzayıp giden birkaç kilometre genişliğinde yeşil bir şerit – tüm yaşamı barındıran – ötesindeki ölümcül çöle kafa tutan...
Sonra bir "sır" keşfediyorum – bu güzelliği güvertede geri zekalıca bağırıp çağrışan turist güruhuyla seyretmek yerine kamarama çekilmek – tam o anda ufacık tefecik kamaramla aramda özel bir bağ oluşuveriyor. Geniş penceremi ardına kadar açıp, koltuğumu altıma çekiyorum – önümden inanılmaz hoşluktaki palmiyeleriyle, yemyeşil adacıklarıyla, selam alıp verdiğimiz balıkçılarıyla, oynaşan çocuklarıyla engin bir denizi andıran kocamanlığıyla, sonsuz bir Nil akıp gitmekte – İşte ilk kez, “hep burada olmalıyım” diye düşünüyorum – kulağımda müzik, suratımda çakılı bir gülümseme – o kutsal nehre dokunuyorum. Saatlerce yalnız, mutlu, mesut küçük sığınağımdayım..."kamaramdayım"...
Akşama doğru Komombo’ya varıyoruz – gemiden iner inmez parmaklıklar arkasından incik boncuk satmak için bize doğru koşan onlarca çaresiz çocuğu ve onları kovalayan değnekçileri görünce yine kötü oluyorum – elinde kameralarıyla züppece dolaşan kokoş turistlerle, günde bir doların altına yaşayan bu çaresiz nesil birbirlerinden o kadar kopuklar ki...
Ufak, ama çok zarif tapınak – asıl patlamalar gün batımına doğru başlıyor – alaca karanlığa geçişle beraber etrafımı saran renkler bir anda çıldırıyor. Mısırlılar tapınakları gece vakti aydınlatmakta çok ustalar...Komombu karanlık çöktükçe, lacivert gökyüzünde bir zümrüt gibi parlamaya başlıyor. Çok ama çok özel anlar. Gece vakti etraf ıssızlaşırken, ben kulağımda müzik, sanki binlerce yıl geriye sürükleniyorum, bir Mısırlı rahip ruhuna bürünmüş, tapınağın içinde sessizce dolaşıyorum.
Bu arada, gemi beni bekliyor – ancak bu güzellik avucumdayken varsın biraz beklesin – gemiye en son ben varıyorum – içeriye adımımı atmamla beraber çabucak halatlar çözülüyor ve gemi yola çıkıyor. Gece güvertede "Pink Floyd More" eşliğinde karanlık sularda süzülüşümüzü izliyorum. İlk kez bugün kadim Mısır'ın kalbine dokundum, yüzeylerden, derinlere indim.
5.GÜN: Yolculuğumun
bir numaralı hedefi - ABU SİMBEL - Asuan barajının suları altında kalmasın diye puzzle gibi parçalara ayrılıp, büyük emekle 65 metre yukarıya tekrar inşaa edilen mükemmel tapınak. Asuan'dan sabah uçakla geldik, çok kısıtlı bir zaman geçirip, öğlen tekrar geri döneceğiz.
Sabah 8.30 – sadece bir buçuk saat zamanım var – ama değiyor. Kulağımda Passion, karşımda dev Ramses heykelleriyle küçüklüğümüzü suratımıza vuran, baraj sularının üstünde bir serapmışçasına yükselen büyülü Abu Simbel. Heybeti ve güzelliği altında kanatlanıp uçuyorum.Tüm yolculuğun zirvesindeyim...Son dakikama kadar oturmuş, bu şahaneliği seyrediyorum. Bizim grup, ilk kaçıp, son dönmeme o kadar alışmış ki, beni görünce alkışlıyorlar.
Sabah 8.30 – sadece bir buçuk saat zamanım var – ama değiyor. Kulağımda Passion, karşımda dev Ramses heykelleriyle küçüklüğümüzü suratımıza vuran, baraj sularının üstünde bir serapmışçasına yükselen büyülü Abu Simbel. Heybeti ve güzelliği altında kanatlanıp uçuyorum.Tüm yolculuğun zirvesindeyim...Son dakikama kadar oturmuş, bu şahaneliği seyrediyorum. Bizim grup, ilk kaçıp, son dönmeme o kadar alışmış ki, beni görünce alkışlıyorlar.
Öğlen geri dönüyoruz. Önce dev Asuan barajı, sonra felukalarla Botanik adasına yolculuk. Adada gruptan tekrar "kaçıp" Felukayla Nil’e açılmak. Nil’in çevresindeki yeşil şerit Asuan'da yokoluyor ve Nil artık sapsarı çölün içinden akmaya başlıyor. İki arap çocukla Felukada yelken basarak ve zigzaglar çizerek - yalnızlığımla başbaşa - bir saatlik keyifli bir yolculuk. Nil, felukasız düşünülemezdi.
Karaya ayak basıyorum. "Grubumuz" Nübye köyünde incik boncuk alışverişindeyken, ben taksi tutarak limana, limandan da bir kayıkçıyla sohbetleyerek Nil’in ortasındaki küçük bir adada bulunan Phila tapınağına gidiyorum. Burası, diğer tapınaklar gibi kalabalık değil ve akşama doğru son kalan turistler de gidince her şey bana kalıyor. Çok ama çok güzel - ıssız tapınak içinde müzikle kendimden geçmek - tapınağın ruhuna hafifçe dokunmak - pırıltı her tarafımda. Güneş batarken hiç acele etmeden kumlara uzanıp tapınağı, sonsuz Nil'!i seyredalmak. Sakinlik, huzur, dinginlik - gani gani... doğaçlama feluka gezisi ve Phila tapınağı, Abu Simbel’le birleşerek bu günü yolculuğun en tepesine taşıyor...Gemideki son gün..
6.GÜN: Sabah Kahire’ye uçuyoruz. Öğlene dek Kahire müzesi – Tutankamon hazineleri – öğleden sonra ise yolculuğun başından beri merakla beklediğim kavuşma – PİRAMİTLER... Giza Piramitlerinin haşmet ve azametini, ancak Keops’un dibinden yukarıya doğru bakınca anlıyorum...Bir dağın yanındaki karınca gibiyim. Yok arkadaş, iki tonluk üç milyon taş üst üste dizilecek ve "5000 sene evvel" – Arkasından yapılan tüm piramitler ise Giza'nın silik bir gölgesi olmaktan öteye geçemeyecek. Alacakaranlık kuşağının dibi burası olsa gerek...Rekor, yarım gündür "gruplayım."
Rehberimiz, adet olduğu üzere bizi piramitlerin birkaç kilometre uzağındaki bir fotoğraf tepesine götürüyor, ben ise "grubun" şaşkın bakışları arasında doğallıkla kendimi tepeden aşağıya çöle salıveriyorum. Turist kalabalığının glu gluları geride kalıyor – çöl ile başbaşayım – Mikenos’un dibinde gölgede oturmuş Kefren ve Keops’u hayranlıkla izliyorum. Sfenksi göreceğim derken piramitlerin kapanış saatine yakalanmayalım mı... Yine yapacağımı yapıp inzibatlardan kurtuluyor – çöle doğru kaçıyorum. Tüm piramit bölgesi yavaş yavaş boşalıyor ve sadece bana kalıyor – daha ne isteyebilirim ki...
Akşam turla beraber Kahire TG Friday’e gidiyoruz. Biz orada happy hour yaparken, biraz önümüzden salaş sandalcıklarıyla geçen yoksul ve çaresiz insanlar...
Nil – 60 katlı lüks binalar – sadece birkaç kilometre gerisindeyse nekropolde – yani mezarlıklarda - sefilce yaşayan büyük kalabalıklar. Bir tarafta Nil kenarında yüzbinlerce dolarlık evler, binlerce dolarlık şatafatlı düğünler, diğer taraftan varoşlarda – elektriksiz karanlıklarda yaşayan milyonlar. Kahire – çöl kumuyla kahverengiye bulanmış 18 milyonluk bir tezatlar şehri
7.GÜN: Piramitlere doyamıyorum - sabah harika bir kahvaltı sonrası erkenden bir sefer daha. O da ne - beni piramitlere götüren taksici, doğru dürüst ingilizce anlıyor – adama doğaçlama teklif – bugün beni gezdir – otelden aldığım fiyatın üçte birine el sıkışıyoruz.
İlk evvela sabah vakti Giza piramitleri – erken olduğu için yürüdüğüm rotada benden başka kimse yok - dün buraya doyamamıştım – bugün doyuyorum. Çıkışta eleman beni alıyor. İlk hedef şehrin 40 kilometre dışındaki Defşur – çölün ortasındaki ilk öncül piramitler – normal turist rotalarının artık dışındayım – piramitin içine süzülüyorum – 50 metre dibe giden bir dehliz ve piramitin kalbindeyim – kendimle başbaşa...
Daha sonra birkaç kilometre uzaklıktaki eğik piramidi farkediyorum – ve kendimi taksicimin şaşkın bakışları altında çöle vuruyorum – ıssııızzz – sessiiizz – içime akıyor da akıyor !!! Ağır ağır harika bir yürüyüş – çölle bütün olmak, çöle kabul edilmek, çölün içinde gerçekleşmek... Bittiğinde, uzakta nokta kalmış taksicime el sallıyorum ve gelip beni alıyor.
Öğlen Kahire’nin göbeğinde kaledeyim. Boşluktan, kalabalığa...Kavalalı Mehmet Ali Paşa caminin önünde, kahvaltıdan aparttığım sandviçlerimi keyifle atıştırıyorum. Kaleden şehrin görüntüsü nefes kesici...Elemena bir telefon, gelip beni kapıdan alıyor. Bu sefer hedef Kahire kulesi. İki saat evvel çölde yapayalnızdım – şimdiyse şehrin en lüks semtinde, kulenin tepesinde döner restaurantta içkimi yudumluyorum. Nil, Cezire, şehrin ihtişamlı gökdelenleri, arka planda islami Kahire, Kale ve varoşlar – bu da yapılmalıydı – Taksicim bir saat sonra beni alıyor – otele...
Sona geliyoruz. Otelde pinekleme zamanı, piramitlere karşı havuz keyfi – gece piramitlerde ışık gösterisi – özellikle delici bakışlı canlı bir yüz haline gelen ve bin yılların hikayesini anlatan Sfenks etkileyici...Zaman hızla akıyor – son gün öğlen vakti eve dönüş.
Deyim yerindeyse "Grupla" neredeyse sadece Mısır'a giderken ve dönerken bir araya geliyorum. Rehberim havalimanında karışık hislerle bana sarılıyor. Bu turist kılığına girmiş heriften kurtulduğuna memnun!!!
Ver eline İstanbul – Elifçiğimi ve çocuklarımı çok özledim...
Turist postuyla gezerken gözüme çarpanlar
- Başında bir çoban, peşinden kuzu kuzu gezersin
- Her şey planlı tertipli olacak, elinde program bir yerden diğer yere koşturulacak
- Acele... acele... acele... her yerin hızlıca çarpılanması lazım.
- Gerginsin...gitmeye 10 dakka var, daha checklist tamam değil
- Foto çekme ritueli... sanırsın Foto Şipşak... elinde makine...koştura koştura... bir oraya bir buraya... zannedersin patrona rapor verecek... 1000 tane çeker... dönünce hiç bir fotonun suratına bakmaz
- Bir de her noktada kendini çektirir... copy - paste... her yere fotoşoplanmış sanki
- Halka karışmak olmaz... onlar fındık fıstık atacağın bir tür acayip yaratık !!!
- Alışveriş zamanı... elinden tutarlar papirusçuya, halıcıya götürürler... Göbek ata ata gidersin
- Gittiğin yerin yaldızlarına dokunursun, içine giremezsin
- Be kardeşim...Kendi gerçek dünyanın cehennemini niye seyahatine taşıyorsun... evinde tükettiğin yetmiyor... bir de niye fast food geziyorsun mübarek...
Bir de diğerleri var...
- Sonuna kadar doğaçlarsın
- Seyahatin başı sonu bellidir, aralar kendiliğinden dolar
- Kendini akışa bırakırsın
- Seversin saatlerce oyalanırsın, sevmezsin çeker gidersin
- Salaşlık güzelliktir
- "Şimdi" vardır, orası sonsuzluktur... neredeysen oranın taa kalbine dokunursun
- Halka karışırsın, çeşitliliğin ayırdına varırsın, gülümsersin
- Tüketmezsin... için için daha da büyürsün...
Hangisisiniz ?
Yorumlar
Yorum Gönder