30 günde Dünya turu -1
Giriş
Elalem seksen günde dönmüş dolaşmış kitap yazmış, bendeniz otuz günden az sürede tam tur yapacağım diye çıkıyorum ortalığa…Valla geçmişte yaptıklarımın hepsini gölgede bırakacak bir delilik. Bir ayda üç kıta… Ekvatorun çevresinde bir tam dönüş… 90 saatten fazla uçak yolculuğu… Arjantin – Şili – Paskalya adası – Brezilya – Guatemala – Meksika – (Amerika transit) - Hong Kong – Çin… Şaka gibi geliyor insana… Yazarken bile yoruluyorum. Aktarmalarla beraber yirmiye yakın uçuşu “oneworld” denilen bir toplu bilet sistemiyle resmen "beleşe getiriyorum. Tek şart ya hep doğuya, ya da hep batıya giderek, Kolomb'un beceremeyip, Macellan'ın becerdiği tam daireyi çizmek...Ben "hep batıya" gitmeyi seçiyorum.
Uçuş paketinin tamamı topu topu üç bin euroya geliyor. Oneworld o kadar az biliniyor ki, tüm Türkiye’de senede elli bilet ancak satılıyormuş. Bu yolculuğu şirkette aylak aylak oturduğum ilkbahar günlerinden beri planlıyordum. İşten ayrılmamla olay tamamen arap saçına dönmüştü. Ancak İstanbul’a taşınmamızdan sonra Elif Ağustos ayında “GO” verince ve hedef Eylül ayında yola çıkmak olunca tüm ayaklar tek bir pabuca sıkışıverdi. Sadece bir aylık sürede rotamı netleştirdim, vizeleri çıkardım ve ancak son bir haftada azcık “ders” çalışabildim. Eh artık yolda dersimize çalışacağız. Bu arada gezeceğim coğrafyalarda sadece Çin vize istiyor. Guatemala dahil hiçbir ülkeye vize yok. En büyük bal ise, çıkması Peru vizesinden bile zor olan Meksika vizesi için sadece iki ay evvel getirilen ABD vizesi muafiyeti… Elimi kolumu sallaya sallaya ABD vizesini gösterip içeri gireceğim inşallah… Özetle hayatımın en büyük challenge’ı önümde duruyor. Ciddi ciddi tırsıyorum, çünkü açık ara “en dehşetengiz” olmasına rağmen, en düşük hazırlıkla çıkacağım yolculuk yine bu olacak.
9 - 10 Eylül Perşembe - Cuma Buenes Aires:
Madrit aktarmalı olarak öğlen Buenes Aires’e iniyorum. Merkezde bir otel bulduktan sonra, kendimi şehrin İstiklal caddesi olan Florida’ya atıyorum. Bir esnaf lokantasında Sadece 10 dolara hayatımın en büyük ve lezzetli steakini yiyorum. Obelisk ve tek bir ışıkta karşıdan karşıya geçmenin nerdeyse imkansız olduğu, dünyanın en geniş bulvarı olan 9 Temmuz caddesi.
Bir sonraki gün sabah, içinde Evita’nın da yattığı alacalı bulacalı ve “turistik” Recoleta mezarlığı. İnsanların öldükten sonra şatafatlı mezarlara gömülmesi bana hep itici gelmiştir. Sonunda toprakla buluşmuyormuyuz. Sokak kahvelerinde ayaklarımı uzatıp çay-sigara eşliğinde müzik dinlemek ruhuma iyi geliyor. Yemekleriyle ünlü bohem Palermo’da sürtüyorum, biftekleri mideme indiriyorum, şehrin en ünlü mimari yapısı olan yeşil kubbeli kongre sarayına gidiyorum. Akşam tango klüplerinde keyif.
11 Eylül Cumartesi Iguassu:
Artık doğaya kavuşma zamanı. Bir saatlik uçuş
sonrasında, öğlen gibi İguassu şelalelerindeyim. Arjantin ve Brezilya,
şelalenin iki tarafında konumlanmışlar. Birinden, diğer tarafta gezinenler bile
rahatlıkla seçilebiliyor. Ancak fiziksel olarak diğer tarafa geçmek, sınırda
pasaport furyası dahil otobüsle bir saat civarında sürüyor. Bugün şelalelerin
Brezilya tarafını, yani Cataras’ı gezeceğim.
Burası şelalelere daha geniş bir perspektifle bakıyor, bir bakıma daha
panaromik. Bir kilometrelik bir trail üzerinden seyrede seyrede keyifle
yürüyorum. Valla günün asıl keyfi şelalelerde değil, küçük Iguassu kasabasına
akşam çökerken kalacak hoş bir hostel bulup, toprak yola sandalye çekip,
sessizliğe karşı bir sigara yakınca başlıyor. Yolculuğun başından beri ilk defa
“hayli uzaklarda” olduğumun farkına varıyorum.
12 Eylül Pazar Iguasu:
Sabah erken saatte Arjantin tarafından start
alıyorum. Turist istilası başlamadan evvelki o değerli vakitlerde, “cat walk”
denilen ve şelaleler arasından yılan gibi kıvrılıp giden ahşap yollardan
mutlulukla yürümek, köprü korkuluğu üzerinde tıngır mıngır yürüyen iguassu
garibesi Coati’lerden birine rastlamak, büyüklü küçüklü bir çok çağlayanın
nerdeyse bağrından geçmek ve arkasından İguassu’nun hatta yolculuğun şu ana
kadarki zirvesine ulaşmak. “Garganta del Diablo - Şeytanın gırtlağı”. Bir yer, adını bu kadar mı hak edebilir…
Şeytanın gırtlağı varsa buna benziyor olmalı…Korkunç bir gümbürtüyle altmış
metre derinliğe akan devasal bir su duvarı…Bu görkemin karşısında o kadar
küçüğüz ki… o kadar önemsiziz ki. Biz faniler gelip geçeceğiz, ama “O” hep
akacak…akacak…akacak…Çağlayanın içine karışıyorum. Herhalde “mükemmel şelale
tarifi” varsa… bu tarif Iguassu’da yazılmıştır.
Jungle içinde aynı anda kilometreler boyunca akan onlarca şelale ve
zirvedeki tahtında oturan heybetli “gırtlak”.
Haa bir de yaşattığı deneyime göre,
Arjantin tarafı, Brezilya’yı kesin döver !!! Kasabaya dönüp hostelde televizyon karşısına keyifle
kuruluyorum. Türkiye–ABD dünya basketbol şampiyonası finali…Türkiye dünya
ikincisi oluyor. Bravo.
Gece uçakla Buenes Aires’e dönüyorum. Pazartesi günü hava yağmurlu, ruhum yağmurlu... San Telmo meydanında Pink Floyd / final cut eşliğinde melankoli takılıyorum ve bu akşam başlayacak gerçek maceraya hazırlanıyorum.
zamansızlıktan ıskaladıklarım:
Iguassu'da tekneyle şelaleye dalış turu
Buenos Aires'te San Telmo'da her pazar kurulan sazlı sözlü bit pazarı
14 Eylül Salı Paskalya adası:
Isınma turları bitti… Gerçek macera başlıyor…Paskalya
adası…Dünyanın en ıssız coğrafyası…Burası her zaman en çılgın hayallerimin
ötesinde bir yer olmuştur. Düşlemenin berisine geçeceğimi hiç aklıma
getirmemiştim. Şimdiye kadar… Arjantin’den Şili Santiago’ya gece yarısı
varıyorum. Uçağım sabah… yani gece havalimanında, koltuklarda kıvrılıp yatarak
geçecek. Neyse, sabah oluyor, uçağa biniliyor, 6 saat okyanusta gidiliyor,
adaya varılıyor, kalacak yer doğaçlama bulunuyor, ısınma turları atılıyor. Ama
canımı sıkan bir durum var. Geçmişin basur belası geri dönüyor. Her hareketimde
orda !!! Paskalya eczanelerinden "şifa" satın alıyoruz. Paskalyada
kanatlanıp uçmam gerekirken, "down" vaziyette yatağıma giriyorum.
15 Eylül Çarşamba Paskalya adası:
Süpeeerr..."Şifa" işe yarıyor. Sabah
zımba gibi kalkıyorum. İlk bomba…Yolculuk boyunca adayı gezmek için bir ATV
kiralıyorum. Şimdiye kadar bu ufaklıkları hiç kullanmışlığım yok. Fakat kısa
sürede acemilik ve korkuları atıp düşüyorum yollara…Vaaavvv ! Vahşi Pasifik okyanusuyla kucaklaşan
volkanik kumsallardan kıvrılarak ilerleyen bomboş yollarda
gaaazlamak…Tanrım… patlıyorum, gerçekleşiyorum. Paskalya adasında
"şimdideyim". Yolculuğa ikinci
viteste başlamışken, bir anda beşinci vitese takmak diye buna derler.
Dünyada "izolasyonun"
tanımını yapmak gerekirse, bunun adı kesinlikle Paskalya’dır. Pergeli göbeğine
batırıp hayali bir daire çizdiğinde en yakın ana karaya dörtbin kilometrelik dev
bir "yarıçapın" ötesinde olan, bizim Bozcaada’dan hallice bir adacıktan
bahsediyoruz, daha ötesi varmı! Burası sadece 116 kilometrekare, bir uçtan
diğer uca en uzun mesafe sadece yirmi kilometre ediyor. Hanga Roa kasabası, Paskalyanın tek
yerleşim alanı. Adanın dünyadan soyutlanmasına bakınca, burayı üçbin nüfuslu dev bir
“metropol” olarak adlandırabilirim ::)
Evet, artık Rano Raraku'ya, o meşhur heykellerin mabedine gitme
zamanı. ATV'me, küçük dostuma giderek daha çok alışmak, büyük keyifle rüzgarların peşinden fırlayıp gitmek. İşte vardık Rano Raraku’ya. Burası heykellerin yapıldığı denizden hayli gerideki bir volkanik taş ocağı, diğer bir deyişle "dünyanın bilinmezlikler başkenti". Yıllardır beklenen müthiş kavuşma. Moai’lerle, o çatık bakışlı,
ürkütücü dev başlarla yan yanayım. Gerçektende anlatıldıkları kadar varlar. Çok
esrarengizler…Çok etkileyiciler… ve ben çok mutluyum… İnsanlar bu tuhaf adaya
“nereden” geldiler, tonlarca ağırlığındaki bu heykelleri taş devrinden kalma
metodlarla “neden” yaptılar, kilometrelerce uzağa "nasıl" taşıdılar…
Leeen siz Mu’dan mısınız, Atlantis’tenmisiniz… kimsiniz oğlum siz…Ey Moai’ler,
siz ki kimlere ithaf edildiyseniz, ben de onların arasına karışmak istiyorum.
Yola devam... Etrafımda vahşi atlar dolanıyor. İkinci hedef, Ahu Tongariki. Okyanusun tam kenarına askeri nizamda yanyana dikilmiş
15 Moai’siyle adanın en büyük heykel kabilesi... Her bir
Moai ayrı bir ifadeyle beni süzerken, çıkınımdaki sandviçlerimle mükellef bir
öğle yemeği. Arkasından adanın tek kumsalına varıyorum ve Paskalya kışında
kendimi Pasifik’in kollarına bırakıyorum. Çok iyi be.
Sonra sıra Rano Kau’ya, adanın en yüksek
volkanına toprak yollardan ATV’yle dört yüz metre tırmanmaya geliyor. Tanrım,
hayatımda gördüğüm en devasal kraterin tam yanı dibindeyim. Gerçek ötesindeyim.
Sürreal’in içindeyim. Krater boyunca ilerleyerek en yüksek noktada Pasifikle
tekrar buluşmak ve tüm ada alacakaranlığa gömülünceye dek ürkütücü yarların üzerinden enginlere dalmak. Ooof. Of…Çook iyi… Işıklarımı yakıp ATV’yle keyifle evime
dönmek, ATV’yle kasabaya takılmak. ATV kolum, bacağım… Bu arada onca kilometre
yaptıktan sonra gecenin köründe tam motele 500 metre kala ATV'nin benzininin
bitmesi de ayrı bir hikaye. Ya kraterin tepesinde bitseydi... Melekler beni
kolluyor.
16 Eylül Perşembe Paskalya:
Bugün trekking zamanı… Adanın en ıssız
bölgesine, Poike yarımadasına gideceğim. ATV’yle okyanus boyunca tam gaz kanatlanıp
uçmak. Yazık ki Moai'lerin çoğu
1960’taki depremde devrilmişler ve kaldıkları yerde duruyorlar. Yarımadanın
gerisindeki küçük bir çiftlik kulübesinin önüne park edip düşüyorum yollara. Kimsesiz
otlakların üzerinden kilometrelerce yürüdükten sonra dev uçurumların kenarına
varmak ve heybetli esmer yarların üzerinden uçsuz bucaksız Pasifik'le
kucaklaşmak. Ayaklarımı aşağıya sarkıtıp, sonsuzluğun içinde erimek… Yola
devam… bakalım ileride ne sürprizler var. Yarımadanın eeeen ucuna dek gidiyorum
ve eeeen uzakta sınır kulesi gibi yükselen son tepenin zirvesine varıyorum.
Tanrım, böylesine bir yalnızlık, böylesine bir el değmemişlik ve ıssızlık
olabilir mi… Tepemden atmacalar üstüme üstüme pike yapıyorlar. "Dünyadaki
son adam" gibi hissediyorum kendimi. Yerkürenin en uzak adasının, en kör
noktasında dikilmiş, tüylerim diken diken olmuş, bitmeyen bir BIGBANG yaşıyorum.
O kadar çok bildik, alışıldık dünyamın dışındayım ki. Gerçeklikten tamamen kopmuş
haldeyim. Neredeyim, hangi zamandayım, hangi gezegendeyim! Arkasından Poike'nin merkezindeki konik tepeye canım çıkarak tırmanmak. Zirveye
vardığımda tüm ada boydan boya önüme seriliveriyor. Bir uçta dün mutlulukla patladığım
Rano Kao volkanı, diğer uçta ben. Tüm adanın üstüne kocaman bir nimbus
kümelenmiş, aşağılara fırtınalarını püskürten, sadece ben durduğum yerde güneşteyim.
Gönül-ürpertici… Sanki karanlık Mordor ülkesine uzaktan bakan hobbitler
gibiyim. Yokuş aşağı keyifli bir yürüyüşten sonra başlangıç noktama varıyorum. On
kilometre civarı yürümüş olmalıyım.
O da ne… Çiftçi Rapa Nui’ler beni yemeğe
çağırıyorlar. Rapa Nui'ler buranın gerçek sahipleri. Kendi dillerini
önemsiyorlar, ancak çat pat ispanyolca konuşabiliyorlar. Sevgili kızılderili
dostlarımın yanında ağaç altında oturmuş ateşte pişen bir buzağının sırtından
kendime et kesiyorum, viski kola içiyorum, sigara tüttürüyorum. Yağmur
çiseliyor. Bu kadar tuhaf bir ortam olabilir mi… Güldür güldür gülümsüyorum.
Sevgili ATV’me binip yola koyuluyorum ve olan oluyor. Korkunç bir sağanak.
Sığınacak hiçbir yer yok. ATV’yle yüzüme kırbaç
gibi yağmuru yiyerek ve en son hücreme dek ıslanarak yarım saat boyunca yol almak. Kendimi otele atıp, duşa
girince dünyaya tekrar gelmiş gibi oluyorum. Pasaport, dolarlar her şey
sırılsıklam. Akşam güneş batarken, etraf karanlığa bürünürken ATV’yle gezmek,
kasabada takılmak keyifli.
17 Eylül Cuma Paskalya:
Paskalyadaki son günüm. Öğlen Santiago’ya
uçağım kalkıyor. Geceyi yine havalimanında geçirdikten sonra yarın sabah ver
elini Rio de Jenario…Dün bavulu ATV’nin sırtına yaslayarak Rano Kau volkanının
yanında, yarların dibinde çok hoş bir otele taşınmıştım. Sabah balkonumda
keyifli bir kahvaltı. Aynı Peru’daki son günümde Paracas’ta otelde yaptığım
gibi her şeyi ağırdan alıyorum, ben nerdeyim sorularıyla kendimi okşuyorum.
Sürpriz haber, uçak 4 saat tehir veriyor. Başka zaman olsa korkacakken, bu
sefer çok seviniyorum. Çünkü o dört saati Santiago havalimanında baymak yerine
Paskalyada geçireceğim. Ada içinde son keyifli turlarımı attıktan sonra
ATV'ciğimi hüzünle geri teslim ediyorum. Ufacık, tefecik tatlı şey seni çok
özleyeceğim. Kasabanın yanındaki
moai’lerin dibinde çimenlere uzanıyorum, öğlen yemeğimi yiyorum, şaşırtıcı bir
şekilde bir internet cafeden Elif’le çetleşiyorum (dünya küçük köy !!!) sonra
uçağa binip ana karaya dönüyorum. Havalimanında aynı koltuklarda bir gece daha…
Bu koltuklara ilk uzandığımda ruhum yaralıydı, şimdiyse yaralarım tümden
sağaltılmış, kendimi çok daha iyi hissediyorum.
18 Eylül Cumartesi Rio de Jenario:
Öğlen Rio’dayım. Rahat bir şekilde Copacabana’ya varıyorum. Ama otel bulmakta sorun yaşıyorum. Hava bozuk. Erkenden yatıyorum. Pazar gününün tamamını yatakta geçiriyorum. Hastayım. Detaya girmeyelim !!!
20 Eylül Pazartesi Rio de Jenario:
Pırıl pırıl bir sabaha, sapasağlam uyanıyorum.
Dünü kaybettik, hızlanmak lazım. Teleferikle şehrin iki alameti farikasından biri olan
Sugar Leaf’e tırmanmak. Gerçekten tam da adı gibi dev bir şekerlemeye benziyor. Mükemmel bir manzara. Tüm Rio de Jenario ayaklarımın altında. Öğleden sonra daha daha yukarılara,
Corcovado’ya, dünyanın yeni yedi harikası listesine seçilen dev İsa heykelini
selamlamaya gidiyorum. Tramvayla yediyüz metrelik tepenin zirvesine vardığımda saat
altıya yaklaşmakta. Ve hasta yatağında pırıltıdan uzak boşa harcanan onca
zamandan sonra, Rio’nun parlak sihri ilk defa etrafımı sımsıkı sarıveriyor.
Elif’in bana son dakika süprizi olan Dido’nun “Odds and Ends” albumuyle uçuşa
geçiyorum. Sugar Leaf’e tepeden bakmak… tüm şehre tepeden bakmak, şehrin
yavaştan alacakaranlığa girmesi, karanlığın giderek etrafa hakim olması, Rio’nun
ışıl ışıl bir giysiye bürünmesi ve sevgiyle etrafı süzen kocaman İsa… Hava
karardıkça insanlar azalıyor, zirve bana kalıyor ve pırıldayan İsa’nın saçtığı
evrensel sevgi mesajı içime içime doluyor.
Hele tam ayrılırken İsa’nın koca eli üzerinden portakal gibi doğan
dolunay beni tek kelimeyle mest ediyor. “İsa, sevgin bu ışık topuyla, şıllık
Copacabana’dan unutulmuş Favela’lara kadar tüm şehre yayılsın“ dilekleriyle bir
avuç insan aşağıya iniyoruz. Şehrin kötü şöhretinden hiç çekinmeden gece vakti
otobüs bekliyorum, otobüsle tüm kenti tavaf ediyorum, hoş bir akşam yemeği ve
otelimin balkonundan keyifle dışarı seyretmek. Rio, beni içine aldığın için
teşekkürler !!!
21 Eylül Salı Rio de Jenario:
Güneşli bir gün. İki gün evvel doktorun
“hareket etmeyeceksin, arkayı kollayacaksın” direktiflerini kulak arkası edip,
bisiklet kiralamak... Copacabana’dan başlayıp, Ipenema ve Leblon’un sonuna dek
yürüyüp giden dünyanın en meşhur kumsallarında keyifle
pedal sallamak. Kulağımda müzik, yüzümde gülümseme mutlulukla etrafımı
süzmek... Maharetle ayak voleybolu oynayanlar, plajda bodybuilding yapanlar,
surf’leyenler… Arkasından bisikletimi park edip, Ipenema'nın eğlenceli
kalabalığına karışmak. Paskalya'da Pasifikle tanıştıktan bir hafta
sonra ver elini Atlantik. Vay canına. Rio’da denize girmek ha… Kocaman dalgalarda hayatımın en keyifli body surfing’ini yapmak. Çok iyi be!
Artık
gelenek haline geldi, ayrıldığım her yerin son anlarında Elif’le çetleşmek… Rio
da sohbet listemize ekleniyor. Havaalanına giderken gözüm kilometreler boyunca
uzanan Favela’lara takılıyor. Gördüğüm yaldızlı örtünün, dünya güzeli kızların,
fit insanların hemen gerisinde, suça gömülmüş Favelalarda fakirlik içinde yaşayan iki milyon
Rioluyu düşünüyorum. Her zaman beyaz elitler parsayı toplar, yerlilerse derme
çatma teneke varoşlarda sefillikleriyle boğuşur. Sonuçta Rio bu… En iyisinden, en
kötüsüne, en güzelinden en çirkinine binlerce parçanın içiçe geçtiği tehlikeli, adrenalin dolu, kaotik, eşi benzeri olmayan bir puzzle…Havaalanı
şehrin tüm güzelliğinin aksine felaket bir vaziyette. Bunlar
2016’da nasıl olimpiyat düzenleyecekler ya. İşte sonuna geldik. Her şeye rağmen çok tatsız başlayan
Rio serüveni happy-end’le bitiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder