Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

Peru seyahatinden döndüğümden beri son 12 senedir aklımda olan büyük seyahat. Ana tema Viktorya çağlayanları, yardımcı tema Güney Afrika’da arabayla fink atmak. Hem yalnızım, hem sağdan direksiyonlu bir araç kullanacağımdan tırsıyorum, hem de 9 günde 8 ayrı yerde kalacağım ve orda burda kaybolmadan 2.000 km’ye yakın yol yapacağım. Açıkçası bayağı gözüm korkuyor. Diğer tema Viktorya çağlayanları. Beş güne üç ülke. Zimbabwe, Zambiya ve Bostwana. Özetle dolu dolu macera, bilinmezlik ve tek başına survive etme zorunluluğu. Neyse artık, bindik artık bir alamete, gidiyoruz bakalım…
9 Şubat
Cuma: On saatlik bir uçak yolculuğundan sonra öğlen
vakti Capetown’dayım. Hayli stresliyim. Avis’ten alacağım araca navigasyon
ekletmem lazım, yoksa önceden çıkardığım yol notlarına rağmen sıçma olasılığım
hayli yüksek. Aracı full sigortalamalıyım. Buranın kiralama koşulları ilginç.
Birisi sana arkadan bile çaksa, ya da araç çalınsa gözünün yaşına bakmadan geçiriyorlar.
Neyse...her şey yolunda gidiyor. Bir Polo alıyorum, navigasyonu da buluyorum, 150
dolar fazladan verip aracı da kaskolatıyorum. Yeter ki içim rahat etsin, gözüm
de arkada kalmasın. Ve çıkıyoruz yola. İlk hedef penguenleriyle meşhur Simon's town.
Yarın da ver elini Ümit Burnu. Bu süper
işte... Sağdan direksiyonlu araç kullanmakla ilgili üstümdeki şabalaklığı çabuk
atıyorum. Navigasyon da harika yön gösteriyor. Demekki yolculuk boyunca kaybolma
derdi pek olmayacak. Öğleden sonra hayli
geç saatlerde Simon's town’a varıyorum. İşte aylardır hep olmak istediğim
andayım. Şehre tepeden bakan harika otelimde, geniş balkonumda keyifle puslu
okyanus manzarasına karşı çayımı yudumluyorum, sigaramı tüttürüyorum. Biraz hoş beşten sonra doğru penguenlere. Bizim
penguen kolonisi otelden sadece on dakika mesafedeki Boulderbeach’de ikamet etmekte.
Bacak kadar boylarıyla ne kadar da şekerler. Akşam Müslüman bir bakkaldan
kayıntı alarak, doğru otele. Otel dediğime bakmayın 4 odalı bir guesthouse ve
sadece ben kalıyorum. Koca balkonumda tombili, peynirli sandviçimi yiyorum,
kahvemi yudumluyorum, kulağımda "Peter Gabriel-Passion" karanlık okyanusu
seyrediyorum. Gece birden hava bozuyor. Şakır
şakır yağmur. Otelin tek çalışanı da çekip kapıyı gitmiş, bir başıma fırtınaya
doğru sigaralamak. Kendimi tuhaf hissediyorum. Yabancılık hislerim tavan yapmış
vaziyette. Yahu ben neredeyim ya. Evimden
8.500 kilometre güneyde Afrikanın en ucunda napıyorum. Açıkçası tüm konfor alanlarımı
toprağa gömmüş vaziyetteyim. Bir tanım yapmak gerekirse, bunun adı mutluluk…
Dolu dolu gülümsüyorum.
Konaklama:
Albatross guest house: Tüm Simonstown'a tepeden bakan harika bir guest house. Konforlu odalar, harika manzara, 51 dolar
Araç kiralama: Avis'ten günlüğü 30 dolara VW Polo, sınırsız kilometre. Son dakikada rezervasyon yaptığımdan biraz pahalıya geldi. Önceden ayarlasam 20 doların biraz üstüne bulabilirdim.
10
Şubat Cumartesi: Sabah erkencecik yola koyulmak. Hedef
Ümit burnu, Afrikanın sonu. Yuppi, gecenin kötü nimbusları dağılmış, harika bir
hava var. Sabah 7.30’ta Cape point’e ilk giriş yapan ben oluyorum. Doğru
yukarıya, büyük fenere tırmanmak, buradan da harika bir keçi yolu üzerinden en uçtaki ikinci
fenere yollanmak."Enigma’nın müziği" beni uçuruyor. "Rivers of belief”.
Patikanın bittiği yerde yoldan çıkıp,
kayalıkların üzerinden ilerlemek de ilerlemek. İşte son fenerin yanı
dibindeyim. Afrika’nın en ucundayım. Ayaklarımı uçurumdan sonsuzluğa sallandırıyorum.
Sağımda Atlas okyanusu, ortada fener, solumda Hint okyanusu. Hint okyanusunun
üstünde güneşin yarattığı pasparlak bir ışık dili. Tefekküre dalıyorum. İçimdeki okyanuslar da birbirlerine kavuşmak istiyorlar. Bir okyanustan diğerine uzanmak istiyorum,
bir alemden, diğerine geçmek istiyorum. "Akıl" aleminden çıkıp,
"Gönül" alemine akmak istiyorum. Aklı gönlün içinde eritmek istiyorum.
Okyanusları birbirinden ayıran açıktaki kayalıklara vuran dev dalgaları, "bir
nevi aklın son engellerini" aşıp, "gönül" aleminin ışık yoluna
karışmak istiyorum, yolumu göstermesi için bu son fenerin rehberliğine
ihtiyacım var. Tanrım, yolumu aydınlatacak bu son feneri yüreğime nasip et inşallah…
Taptaze bir havada cape point’ten Ümit burnuna
kah trail’ler üzerinden, kah uçurumların kıyısından harika bir yürüyüş. Kimsecikler
yok, karşıma sadece dev deve kuşları çıkıyor. En güneydeki uzak kumsala, Dias beach’e
yukarıdan selam çakmak, uçurumlara uzanıp uzaklara dalmak, capcanlı renklerin
arasında kaybolmak, ıssızlık, son olarak da Ümit burnu…2018’in en güzel anları…
gerçekleşme anları… sadece bugün için bile gelmeye değerdi…
Yola koyulma zamanı. Hermanus’a kadar 200 kilometrem
var. Boulderbeach’in rengarenk denizinde penguenlere veda, Muizenberg’in havai
ruhu ve kumsaldaki binbir renkli soyunma kabinleri, dev kumullar arasından
geçen ve sarı gözlüklerimle Mars yüzeyini andıran sürreal bir sahil yolu, öğleden
sonra Hermanus’tayım. Çok tatlı, beş odalı bir guesthouse…Rahmetli futbol adamı
Derwall kılıklı bir evsahibi…gani gani nezaket…Güzel bir çay kahve sefasından
sonra Hermanus’un bol rüzgarlı kayalık sahillerine yollanıyorum. Burası dünyada
balinaların karadan izlenebildiği en önemli birkaç merkezden biri ve halk
arasındaki adı “balina başkenti”. Ama ne yazık ki balinalar aralıkta gitmişler
ve temmuza kadar yoklar. Hermanus'un akşamına karışırken kendi kendime soruyorum. Ben gerçekten Afrika’da mıyım! Çok şık bistrolar, estetik oteller,
tertemiz caddeler, bakımlı parklar, harika yemekler kafamda kurduğum Afrika
imajını allak bullak ediyor. İlk akşam ziyafeti. Wienerschnitsel’den apartma
bir Hackfish… ikisi de neredeyse aynı tatta ve çok lezzetli.
Konaklama:
Hermanus at home: Derwall'e benzeyen tatlı ev sahibi. Bir kaç odalı, bahçeli
çok güzel bir guest house, 56 dolar
11 Şubat
Pazar: Sabah yola çıkmadan evvel Hermanus’ta son kez
turluyorum ve eblekleşiyorum. Ana meydanda rengarenk dört Porsche park etmiş,
yan tarafta Harley Davidson’cular, biraz ileride klasik arabacılar, aradan parlayan
otuz yıllık kıpkırmızı bir Ferrari, herkes kafelerde neşeyle keyif yapıyor. Jogging'ciler,
lüks hayvan hastaneleri, "kumsala köpeğinizi pisletmeyin" levhaları...
Tekrar soruyorum kendime. Fransız Rivierasında mıyım, arada şık kasabalarda
konaklayarak, Cannes’dan Monaco’ya doğru falan mı turluyorum, yoksa Afrikada mıyım! Bu resimde bir eksik var… gerçek Afrikalılar…
neredeler… Ha şuradalar… onlar, arabayı parkettiğim her yerde yanıma utana sıkıla
gelip 2-3 TL park parası rica edenler... Ama yüzsüzce değil, görünmez olmak
istermişçesine… Ben "yemekten dönünce veririm" diye geçiştirince, dün
zavallı Afrikalı çocuk gece ona kadar benim dönmemi beklemiş. Tamamen boşalmış otoparkta
tek başına duran benim Polo’nun yanında süklüm püklüm ayakta dikilerek…Sadece 2-3 TL için… O parayı alınca bir mutlu olması var ki, içimi allak bullak eden! Burada tuhaf giden bir şeyler
var. Bir tarafta yüzbinlerce dolarlık arabaların, motosikletlerin, evlerin sefasını
süren “seçilmişler”, diğer taraftan saydam teneke mahallelerde yaşayan ve
ülkenin %90’ını oluşturup toplam refahın ancak kırıntılarını toplayabilen “kara”
Afrikalılar. Mandela, bu muydu düşün, ey mübarek adam!
Karışık hislerle yola çıkıyorum. Bugün 400 kilometreye
yakın yol var önümde. Hedef Garden route’u ortalamak ve Wilderness. Yolda
dağlara vuruyorum. Etraf giderek tenhalaşıyor. Sadece yüksek tepeler, geniş
ovalar ve ben… Sabah sıkışan ruhumu sağaltan… Öğleden sonra Wilderness’teyim.
Burayı etrafı dolaşmak için merkez yapacağım ve üç gün kalacağım. Wilderness düş gibi bir yer. Sonsuzluğa uzanan
uçsuz bucaksız kumsallar, hırsla kumsalı döven dev dalgalar, her tarafa hakim
olan lacivertli beyazlı renkler, ormanların içinden gelen bir nehrin denize
doğru lagün yapması, bu lagünün üstünden geçen köhne bir demiryolu köprüsü,
köprünün ayakları altından kuvvetli gelgitlerle bir ileri saldıran, bir geri
çekilen vahşi deniz, hiç durmayan bir rüzgar, dev kumul tepelerinin üzerine
seyrek şekilde serpiştirilmiş zevkle yapılmış evler, lokantaların toplaştığı
ufacık bir kasaba merkezi… Benim guesthouse içimi sımsıcak saran bir sığınak
hissi yaratıyor. Dev verandasından okyanusa karşı çayımı içmek. Yine
kimsecikler yok, yine koskoca bir malikanede kendi başıma kalıyormuşçasına
rahatım. Ne şanslıyım şu ana kadar kaldığım üç yerde de sanki tüm oteli kendime
kapatmışçasına tek başımaydım. Akşama merkezde gurme ziyafeti. Midye, değişik
soslar ve beyaz şarap… Çok iyi geliyor be. Gece vakti otelin koca verandasında
sigara tüttürmek, yabancılık hislerinin zirve yapması, yorgunluk atmak, korku
ve tedirginlikleri dışarıda bırakmak ve kaldığım yere sığınmak.
12 Şubat
Pazartesi: Bugün en koşturmalı günüm. Tek bir gün
içinde yapılacak çook iş, gezilecek çook yer var. Sabah körü yola koyulmak. İlk
hedef 140 kilometre ilerideki Stormsriver. Hedefe giderken son elli kilometre harika.
Derin vadilerin üzerinden hepsi bungee jumpinglik köprülerden akarak gitmek.
İki saat sonra Stormsriver’e varıyorum. Yemyeşil ormanların içinden kıvrıla kıvrıla
okyanusa kavuşan bir nehir… Nehrin her
kolunu birbirine bağlayan ip köprüler… köprülerin üzerinden gülümseyerek yürümek,
arkadaki dağa tırmanıp manzaraya karşı keyif yapmak…İkinci durak Plettenberg’in
ardındaki Robberg milli parkı. Hava giderek puslanıyor, benim keyif katsayım da
giderek artıyor. Düşündüğümün çok ötesinde nefis bir yer. Yarımadanın çevresinden altı kilometrelik uzun tur, tenha patikalar, yukarıya yalnız başıma tırmanmak,
kulağımda "jordan chilly’nin" beni arkamdan itekleyen ritimleri, hep
gülümsemek ve zirveye varınca mest olmak. Ormanları yararak en tepeden denize
kadar inen ve sahile yaklaştıkça genişleyen bir kum dili. Tuhaf bir kumsal. “Dev
bir Thor çekicine benzeyen” görkemli bir kayalık denizi bıçak gibi iki parçaya
ayırıyor. “Çekicin” bir yanı fırtınalı, diğer yanı sakin. Ümit burnundan
sonraki ikinci büyük mutluluk patlaması. Çevremi saran kurşuni renkler, anda
olmak, zamanın donup kalması, keskin manzaranın içime içime dolması, “bendeniz damlanın”
bütünle hemhal olması… İlkönce kumdilinin tepesine sereserpe uzanmak, sonra bağıra
çağıra kendimi kumuldan aşağı koyvermek, kumsala ve Odin’e kavuşmak. Sevgiyle
yıkanıyorum resmen. Plettenberg kasaba bakkalında
ekmek arasına salam, bir banka uzanıp kayıntıya yumulurken, yabancılık hislerinin
yine coşması. Nerdeyim abi ben! Haydi yola devam. Sırada Buffels Bay var. Hava
giderek kararıyor kararıyor, fırtınaya dönüyor. Ucu bucağı görülmeyen bir kumsala varmak. Sonsuz, ıssız, bomboş… Deli rüzgar. Okyanus dalgalara binmiş üstüme
üstüme geliyor. Ben ise arabada "Beethoven Moonlight" dinleyen.
Evren yukarıdan aşağıya kabıma doluyor sanki. Son durak Sedgefield ve dev lagünü. Yüksek bir tepeden harika manzara. Eve dönüş. Sığınak otelimde karanlık
okyanusa karşı gülümsüyorum. Ne gündü be.
Edit: (1) Tüm garden route bana Karadeniz’in lonbozlarını hatırlatıyor. (2)
İyiki Robberg’de denize girmeye falan yeltenmemişim. Etraf fok peşindeki dev “beyazlarla”
kaynıyormuş. (3) Yolumun üstünde lagünlerle dolu Knysna’dan geçiyorum. Burası
bildiğin şehir. İyiki kalmak için Knysna’yı değil de Wilderness’i tercih etmişim.
Konaklama: Sea La Vie beach house: Wilderness sahiline yürüyüş mesafesi, çok güzel manzara, harika kahvaltı. 46 dolar
13
Şubat Salı: Sabah harika bir güne uyanıyorum. Masmavi
bir gök. Dün geceki iyi hava dualarım evrenden kabul görmüş. Bir
gün önce ana-tema kurşuni renkler, içimde patlayan fırtınalar, dipten vuran
dalgalar, koca evren içindeki küçüklüğümün farkında olmak ve buram buram
melankoliyken, bugünün teması serüven, afacanlık ve çocuksu bir yaramazlık. Çok
iyi hissediyorum. Bugün yolculuğun tek deniz sefası günü. Her ne kadar Güney
Afrika yaz dönemini yaşasa bile buralarda deniz buz gibi. Atlas okyanusu su
sıcaklığı yazın bile hep 20 derece altı, Hint okyanusuysa en çok 22 derece.
Sevgili otelciğimde isviçreli gezginlerle sosyalleşerek dört dörtlük kahvaltı,
arkasından Wilderness’in harika lagünü. Ormanlık nefis bir vadiden sakin sakin
şırıldayan bir nehir. Nehrin içinden kahverengi-sarımtrak billur suları
şapırdata şapırdata eski demiryolu köprüsüne dek yürümek…. Çooook güzel… arkasından
denize ulaşmak. Sabah vakti dalgalar gerilere çekilmiş. Tüm lagün bir kum bahçesine
dönmüş. Köprü, koca heybetiyle okyanusa karşı efelenmekte…Etrafta kimsecikler
yok… Seyahatin ilk denizi… arkasından denizin dalga dalga kaybettiği saflara
geri saldırışını izlemek… kum bahçesi göz açıp kapayıncaya kadar yok oluyor. İzlemesi o kadar etkileyici bir görüntü ki. Kayalıklara uzanmış güneş
banyosu yaparken, kara bağlantım bir anda kopup gidiyor. Koştura koştura ben
kaçıyorum, deniz kovalıyor. Nehrin kaynağına doğru geri dönüş. Allah Allah,
burası ben gelirken koca vadi arasından usul usul akan mütevazi bir dereydi,
şimdiyse tüm vadi metcezirle birlikte suyla kaplanmış geriye hücum ediyor. Süprizler bitmiyor. Yeşillerin içinde nazar
boncuğu gibi parlayan masmavi bir göl… bir de buraya cup… Offf çok iyi geldi be.
Bugün tatlı otelcikten çıkıp, okyanusa sıfır manzaralı
yeni otelime taşınacağım ve bir tam gün aksiyona girmeden aylaklık edeceğim.
Yeni otel uçurumun tam üstünde. Terasım okyanusun gözünün içine içine bakıyor.
Oda çok geniş ve konforlu, ama etraf rüzgardan uçuyor. Dik merdivenlerden sahile inmek. Masmavi gök
altında tüm kumsalda tek başınayım. Sahile patlayan lacivert dalgaların, sivri
kayalıkların arasından, sarp uçurumların gölgesinde vahşi kumsalda müzik eşliğinde
akıp gitmek… Gönlüme gönlüme… Charlton Heston’lu Maymunlar Cehennemi filminin
final sahnesindeyim sanki… Akşam Wilderness’teki lokantamda son yemek, şarap ve
karides.
Konaklama:
Wilderness Beach Resort: Okyanusun gözünün içine bakan harika odalar. Müthiş
bir manzara. 65 dolar
14 Şubat
Çarşamba: Sabah odamdan nefis bir gün doğumu. Rüzgar
yok, okyanus uyuşuk, her taraf dinginlik...Aman tanrım o da ne. Kırk elli yunusluk dev bir koloni tam önümde
avlanmaya başlıyor. Nasıl da neşeliler. Dalgaların üstünden üçerli beşerli sörf
yapıyorlar. Pardon dalgaların üstünden değil, "dalgaların içinden içinden !!!"
Elimde dürbün mızrak gibi akıp giden
yunusları ağzım açık seyredalıyorum. Müthiş bir şey. Lezzetli bir kahvaltı ve odada biraz şekerlemeden
sonra Wilderness'e üzülerek veda ediyorum.
Ver elini afrikalı Toscana, ver elini
Stellenbosch... İtalya Dolomitlerini andıran harika bir dağ yolundan 450
kilometre geriye dönüş. Öğleden sonra, Stellenbosch açıklarındaki çiftlik evimi
elimle koymuş gibi buluyorum. Bu seyahatte en çok eğlendiğim şeylerden birisi de
navigasyonla giriştiğim bu "hazine avları". Mutlulukla ve tasasızlıkla
iz sürüp her yeni otele giriş bana ne büyük keyif oldu ya. Dağlara ve uçsuz
bucaksız üzüm bağlarına bakan dev bir yamaç üzerine kondurulmuş harika bir
çiftlik evi. Odamdan bahçeye koltuk çekip, çaylamak ve whatsapplamak...Arkadan
hemen yanı dibimizdeki bağ evinde şarap tadımı...beyazdan kırmızıya... ne de
lezzetli.
Ancak akşam şehre gittimde tepem atıyor. Stellenbosch…Toscana’nın
havalı şarap kasabalarını bile gölgede bırakan Afrikalı St. Tropez... Zenginliğin
ayarı yok. Pahalı butikler, son model spor arabalar, sokaklardan dolup taşan
dekolte giyimli hatunlar, tarz oğlanlar. Hepsi mekanlardan mekanlara, eğlencelerden
eğlencelere akıyorlar. Özel gölü olan
çiftlik bile vardı ya. Gölde zengin çocuklar su topu antremanı yapıyorlardı
ciddi ciddi… Peki nerede bu ülkenin gerçek sahipleri, nerede bu Afrikalılar… Onlar
dünyaya inmiş bir uzay gemisine hayretle bakar gibi su topu maçını çitler
arkasından izleyenler, getir götür işlerde çalışanlar, görünmez teneke mahallelerde
yaşayanlar… Bu kadar kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmüş bir millet
görmedim ben. Çok garip. Ursula LeGuin ablamız o inanılmaz kısa öyküsünü, “Omelas’ı
bırakıp gidenler’i” bu kayıp ülkenin çocukları için yazmış herhalde. Müreffeh
bir toplumun tüm refahının hapsedilmiş acı çeken küçük bir çocuğun çektiği acıya
pamuk ipliğiyle bağlı olduğu ütopya kılığına girmiş tuhaf bir distopyadır Omelas. Refah toplumlarının sahteliğini ve ikiyüzlülüğünü
tokat gibi çarpar suratlarımıza. Kısa öykünün linkini buradan yayınlıyorum.
Güney Afrika da galiba Omelas’ın dünya şubesi.
Elli milyonluk ülke nüfusunun yüzde onunu oluşturan beyazlar, ülke refahının üçte
ikisinden fazlasına sahipler. Güney Afrika dünya gelir eşitsizlik endeksi şampiyonu.
Dünyanın en zengin altın ve elmas madenleri millileştirmeden paçayı sıyırmış bal
börek tekellerin elinde ve burada üç otuz paraya çalışan Afrikalılar elde edilen
milyarlarca dolarlık muazzam gelirden üstlerine dökülen kırıntılarla hayatta
kalmaya çalışıyorlar. Capetown ve Port Elizabeth arasındaki sahil şeridi Cote
D’azur’la yarışacak bir refah seddi yaratmış. Afrikalılar bu Çin seddinin
duvarlarının dibinden yukarıya bakınırken, en tepede aklın alamayacağı bir "creme
de la creme" hayat sürmekte. Omelas’a tekrar dönersek, bu ülkenin tüm refahı,
tüm lüksü, tüm müreffehlik, Hermanus’ta beni birkaç lira için saatlerce bekleyen
o mahcup Afrikalı park görevlisinin, Omelas’ın o metoforik çocuğunun kambur
sırtının üzerinden yükseliyor gibi.
Bugün canım acıdı. Stellenbosch’un içinde yemek yemeyi midem kaldırmadı.
Bir benzinciden aldığım sandviçlerle çiftlik evime döndüm ve çok da iyi ettim. Tek
başıma dev verandada karşı dağlar üstüne çöken som lacivert alacakaranlığı izleyerek
harika bir yemek yedim. Stellenbosch’un en pahalı bistrosu halt yesin.
Konaklama:
Le Verger: Stellenbosch'tan 8 km dışarıda çok güzel bir çiftlik evi. Manzara
yumuşacık. 55 dolar
15 Şubat
Perşembe: Çok güzel bir sabah. Üzüm bağlarına ve rengarenk
dağlara karşı kahvaltı. Oyalanmadan yola koyulmak. İlk hedefim, Masa dağının arkasındaki
dev botanik bahçesi, Kirstenbosch. Ağaçların üzerinden geçen yürüyüş köprüleriyle
çok şirin. Arkasından yolculuğun son nihai hedefi, Capetown’ın 25 km dışındaki Bloubergstrand.
Masa dağına panaromik olarak bakılabilecek en güzel nokta... Burada iki gün,
iki ayrı yerde takılacağım. Bugün ufak bir stüdyo dairede kalıyorum. Tüm seyahatin
en harika sığınağı. Bana ait bir bahçem var ve denize sadece dörtyüz metre uzaklıktayım. Bahçeye yan gelip yatıp, tatlı keyif şekerlemeleriyle
yorgunluk atıyorum. Sonraki iki saati yarınki otelimi bulmakla ve kiralık bisikletle
harap olmakla boşa harcıyorum. Arkasından kendime gelip, Masa dağının karşısına
kuruluyorum. Tüm seyahatin en güzel manzaralarından biri. İyi ki buraya gelmişim.
Pırıl pırıl bir kumsal, lacivertin tüm tonlarını barındıran köpüklü okyanus ve (abartmıyorum
valla) dalgaların üzerinde dans eden yüzlerce kite, gökyüzünü Çin uçurtmaları
gibi rengarenk boyayan. Arka plandaysa Capetown’un üzerine çöreklenmiş "independence
day’in dev uzay gemisini" andıran koca Masa. “Afrikalı” Zeus tüm pantheon’uyla
sabah kahvaltılarını bu “göksel masanın” üstünde yapıyordu herhalde. Kumsalda
uçurtmalarla beraber uzun uzun yürümek, arkasından dolu bir alışveriş yapıp
bahçeme sığınmak, kendi paralel evrenimle whatsapplaşmak. Günbatımında sahile
yürümek, dünyanın en büyük masasına gülümsemek. Akşam bahçemde tatlı kayıntımı
yerken, yabancılık hislerimle dolup taşmak. Neredeyim abi ben yaa. Evimin terasından
güneye doğru 8.500 kilometre aşağıda napıyorum burada. İleride çok özleyeceğim
bu anları.
Konaklama:
Apartmant Mossel 11: Bahçeli, müstakil ev, denize 400 metre. Harikulade, 60 dolar
16 Şubat
Cuma: Sabah amerikan mutfağımdaki micro-wave’de
salamileri çedarlarla evlendirip kendimi şımartmak. Bugün acayip koşturmalı. Hiç gündemimde yokken aniden aklıma esiyor. "Masanın üstünde dolanan atomik pireler gibi" kozmik dağın
tepesinde bir gezineyim diyorum. Dünyanın en popüler teleferiğiyle heybetli dağın 1100 metrelik zirvesine çıkmak. Haa araya bir matraklık sıkıştıralım. Sıra beklerken
tam önümde bir “Türk” cep telefonundan binlerce kilometre geriye bağıra çağıra
ana avrat düz gitmekte… Nasıl olsa etrafta anlayan yok ya. Sonra bana dönüp
“hav maç iz the entriy” çığırıyor, bende sakince Türkçe cevap veriyorum. “260 rand
kardeşim. “Adam ezilip büzülüp parmak kadar küçülüyor. Teleferikle hooop diye
uçup, kümülüslerin üstüne konuyoruz. Masanın tepesi
tamamıyla bulutların hücumuna uğramış. Göz gözü görmüyor. Bulutların içinde yaşamak
böyle olsa gerek. Tüm yolculuk boyunca olduğu gibi tam gaz doğaçlamaya devam. Buradan
bir şey gözükmüyor, yüz metre insem, bulut katmanını üstümde bırakıp manzaranın
keyfini çıkarır mıyım acaba. Olur mu olmaz mı derken, Masa dağından aşağı
teleferikle değil yürüyerek inmeye karar veriyorum. Kendimi keçi yolundan
aşağı salıyorum. Bu pek olmadı işte. Çok dik taşlı bir trail… etraf nasıl sisli… durmadan yağmur
çiseliyor… zemin acayip kaygan…in babam in bulut katmanının sona ereceği yok. İyi mi, bir de kıç üstü uçup, yere yapışmayayım mı! Tüm alarm zillerim çalıyor. Allahım nolur tek
parça ineyim aşağıya… Len Engin elli yaşında yapılacak iş mi bu. Üç buçuk ata
ata iki saatte aşağı iniyorum. Son birkaç yüz metrede ancak buluttan kurtuluyorum.
Hafif bir el burkulmasıyla, derin bir oh çekerek kendimi sevgili arabama
atıyorum. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Deliyim lan ben!
Sonrasında ver elini Camps bay, Capetown’un nevi şahsına münhasır Çeşme’si, cıvıl cıvıl bir sayfiye...arkasını köpekbalığı dişi gibi on iki sivri
tepeciğe dayamış. Bu koca dişlere 12 havariler (12 apostles) deniyor. Güney Afrika’nın dalgalı sahil şeridinin tersine burada deniz çarşaf gibi, plajlar mavi bayraklı ama su o
kadar soğuk ki yüzen tek bir insan bile gözükmüyor ortalıkta. Belalı Masa inişinin yorgunluğunu
attıktan sonra artık sıra geldi Cape town şehir merkezine. Arabaya, yollara, navigasyona
o kadar alıştım ki. Hiiiç tasalanmadan sahil şeridini izleyerek şehrin turistik
ve kültürel merkezi Waterfront’a kadar mutlulukla bizim emektar Polo’yu
koşturmak. Sahil yolu çok hoş, İzmir’de miyim ne. Aynı bizim Kordon.
Waterfront ise Antalya’nın Kaleiçi gibi çok şenlikli bir yer. Liman bölgesi
diye geçiyor. Arabayı parkedip, dev bir AVM’nin içinden geçerek limana varıyorum.
Çok iyi ya. Afrika dans toplulukları, müzisyenler, neşeli kalabalıklar. Fıkır
fıkır. Limandan şehre yöneliyorum. Contemporary art sergisi çok hoş, bizim
İstanbul Modern’in küçümen versiyonu. Şehrin derinliklerindeyse karşıma çıkan “Saray
lokantası”. Haydaaa… Bugün ikinci oluyor. Türkler buralara da mı gelmişler
yahu. Muşlu garson Yalçın ve lokanta sahibi İzmirli eski barmen Burçin’le dolu
dolu Türkçe muhabbet. Sonra “Kaleiçine” dönüp Masa dağına karşı midye ve şarap.
Seyahatin en güzel akşam yemeklerinden. Koca bembeyaz bulutlar Masanın üstünden
Cape town’a doğru salkım saçak yürüyüşe geçmişler. Sanki dünyanın en büyük çağlayanı
şehrin üstüne üstüne saldırıyor, ama kaçan yok ::) Mutluluğun tarifi. Koca bir Güney Afrika chapter’ını
sağlıklı sıhhatli tamamlamanın büyük ferahlığı. Yüce tanrım hep yanımdaydın, hep
kolladın beni… Alacakaranlıkta tüm kenti boydan boya katederek, Bluebergstrand’a
dönüş. Son gün salaş bir hostelde kalacağım. O da ne, kalabalık bir Avrupalı
gönüllü gençler kolonisi hosteli istila etmiş, içip içip azıyorlar. Onların
tatlı gürültüleri arasında uykuya yuvarlanış.
Konaklama:
Saltycrax Backpackers and Surf Hostel: Bildiğin hostel. Fiyatı ucuz.Eh işte 35
dolar
17
Şubat Cumartesi: Sabah Masa dağına karşı son kahvaltı.
Sevgili Masa’ya doğru kumsalda son yürüyüşler. Deniz sakin. Ben huzurlu. Artık Capetown’a
ve Güney Afrika’ya veda zamanı. Arabacıkla havalimanına doğru yola çıkmak, Avis’e
kazasız belasız teslim etmek, Avis bürosunun önünde tasasızca sigara tüttürmek. Arabayı ilk aldığım günden 8 gün sonrasına,
yani şu ana kendime bu sigara randevusunu vermiştim. Şükürler olsun, bu ana ulaştım.
Artık sıra ikinci chapter’da. Ver elini Zimbabwe.
Neyse iki ay evvelinden yaptığım uçak
rezervasyonu yerli yerinde duruyor. 2.5 saatlik bir uçuşla Victoria Falls
havaalanına iniyorum. Harika haber, son bir senedir hem Zimbabwe'nin, hem de
Zambiya'nın vizesi toplu olarak buradan alınabiliyormuş. Hem de önceden
planladığım rakamın yarısına, 50 dolara. Ülkeye girişler konusunda Türkiye’de
aradığım her konsolosluktan, vize biriminden farklı sesler çıktığından, Türkiye’ye
dönüşüm Johannesburg’dan, Johannesburg’a uçuşum da Zambiya’dan olacağından, açıkçası
Zambiya’ya nasıl gireceğim ve parça parça bu vizeleri nasıl çıkaracağım konusu hayli
karın ağrısı yaratıyordu. Kuuşşş gibi hafifliyorum bir anda. Önceden
ayarladığım havaalanı transferiyle de kazasız belasız otelime varınca değme keyfime.
Akşam olmuş bile. Aynı Güney Afrikadaki ilk günüm gibi fırtına ve sağanak yağmur altında otelimin terasında sigara içiyorum. Şaşkınlıklan abuklaşmış durumdayım. Gerçekten Zimbabwe’demiyim ya.
Bu ne sürpriz. Otelin tam karşısında bir Irish pub ve canlı müzik yapanlar. Doğru oraya. Biramı yudumlarken, sürekli bir yüz gülümsemesi. İyi haber, odamda kasa var. Malı mülkü kitleyip, tasasızca gezme özgürlüğü.
Bu ne sürpriz. Otelin tam karşısında bir Irish pub ve canlı müzik yapanlar. Doğru oraya. Biramı yudumlarken, sürekli bir yüz gülümsemesi. İyi haber, odamda kasa var. Malı mülkü kitleyip, tasasızca gezme özgürlüğü.
18
Şubat Pazar: Sabah puslu bir havaya uyanıyorum. Onbeş dakikalık
bir yürüyüş sonrasında Viktorya çağlayanlarının kapısındayım. On seneden fazladır
burada olmak istiyordum, geldi işte zamanı. Çağlayanlar, Zimbabwe ve Zambiya
arasındaki sınır çizgisini oluşturuyor. İki ülkeyi ince bir demiryolu köprüsü
birleştiriyor. Zambezi nehri çağlayana yaklaştıkça giderek genişliyor, genişliyor
ve bir buçuk kilometrelik “dünyanın en büyük ağzından” yüz metre aşağıya
patlıyor. Şelale deyim yerindeyse yanardağ gibi püskürüyor. Yağmur sezonunda
oluşturduğu sprey yüzlerce metreye kadar yükseliyor. Görkem olarak sadece
Igausu’yla karşılaştırılabilir. Ancak Igausu büyüklü küçüklü onlarca şelaleden
oluşurken, Viktorya tek bir “gırtlaktan” yekpare olarak dökülüyor. Şelale Zambiya
tarafından çağıldıyor, Zimbabwe tarafından seyrediliyor.
Milli parkta "dev ağıza" doğru yürümeye
başlıyorum. Ama keyfim kaçık. Suların en bol olduğu zamanı seçtim, çünkü dry season’da
bizimki ip gibi akıyor. Ama havanın da durmadan yağmurlu olacağını pek hesaba
katmadım. Sabah yürüyüşünde o kadar çok yağmur ve buğu birbirine karışıyor ki,
şelalenin “Ş’si” bile görünmüyor. Bunun için mi binlerce kilometre uzaktan
geldim, avucumu yalamak için mi. Bir de milli park gişelerinde kavga, aynı biletle
aynı gün ikinci kez girilmiyormuş, gün içinde tekrar gelirsem bir 30 dolar daha
toslamak gerekiyormuş. Evden getirdiğim yağmurluk da ilk yağmuru yediği anda
delik deşik oldu. Fıttırık bir halde kös kös otele geri dönüyorum.
Öğlene doğru kapkara gökte önce bir mavi delik
beliriyor, sonra delik giderek büyüyerek ucundan belli belirsiz güneş çıkıyor. Engin
fırla… Yarım saatte tekrar milli parkın kapılarındayım. On dolara kendime yeni
bir yağmurluk daha alıyorum, sonra da al takke ver külah aynı biletle tekrar
para vermeden içeri dalıyorum. Gökyüzünün maviliği arttıkça, güneş etrafı
ısıttıkça o deli sprey giderek azalıyor ve Viktorya kendini göstermeye başlıyor.
Vaaaay be! Biraz biraz yakınına sokuldukça, çağlayanlar adamı üflediği dev su bulutlarıyla
geri püskürtüyor. Dibine geldiğimde artık donuma kadar ıslanmış vaziyetteyim. Ama
ne gam. Buraya yerliler boşuna “Gürleyen Duman” dememişler. Gökgürültüsüyle
aşağıya ve “üstüme” akan Zambezi nehri ve ortasından bana gülümseyen ilk
“gökkuşakları”. Yürüdükçe tüm Viktorya’yı bir bütün olarak görebileceğim en güzel
noktaya geliyorum ve aslında bugün hiç beklemezken “tüm seyahatin nirvanasına”
ulaşıyorum. Ormanların arasından dev bir yarıktan akan koca şelale, tam
burnumun dibinden fışkıran gökkuşağı bumerangları, yalnızlık, tabiat ananın
müthiş yaratma heybeti… Tüm hayatımda gördüğüm kadar gökkuşağını tek günde
görmek… Igausu’da tek bir “şeytanın gırtlağı”
vardı buradaysa her yer şeytanın gırtlağı. Yağmur sezonunda suyun bolluk zamanında
gelmekle ilgili kumar tutuyor. Viktorya’nın en görkemli duruşu karşısında eriyip
gidiyorum. Hava yine karardı. Viktorya’nın bana verdiği izin bu kadar.
19
Şubat Pazartesi: Bugün Bostwana’ya gidiyorum. Hedef
Afrika’nın en güzel safari rotalarından biri olan Chobe milli parkı. 70
kilometrelik gidiş yolunda önümüzü durmadan filler kesiyor. Bostwana’ya vize
yok. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya sınırı geçiyoruz. Buranın Masai Mara ve diğer
safarilerden farkı, vahşi hayvanları nehirde gezerken tekneden izleme imkanı. İlk
önce nehirde gemi turu, arkasından jeep safari. Hava çok güzel. Hippolar, timsahlar,
impalalar ve sonlara doğru su kenarına gelmiş koca bir fil ailesi. Karşı kıyılar
Namibia tarafları. Öğlen lüks bir safari lodge’da tıka basa mükemmel bir açık büfe.
Yemediğim sabah kahvaltısını ve yemeyeceğim akşam yemeğini tek seferde buradan
mideye indiriyorum. Öğleden sonra jeep safaride, aslanlar, impalalar ve tam dibine
geldiğimiz dev gibi yaşlı ve bilge fil. Ufak bir bilgi. Afrikanın en büyük filleri
Bostwana'da. Zambiya tarafından gök giderek kararıyor, etraf gündüz vakti geceye
dönüyor. Dev bir tropikal sağanağın tam yanıdibindeyiz. Bir filin tam önümüzde
nehirde atlayıp zıplayarak keyifle çamur banyosu yapması. İnanılmaz bir orman ve
nehir panaroması. Sonra sağanak fırtına tepemize çekiç gibi iniyor.
Yağmurluklarımızın arkasına siperlenerek açık jeep'le gezmeye devam. Öğleden
sonra dönüşe geçiyoruz. Akşam oteldeyim. Zimbabwe’deki son günüm. Gece bunalımım.
Hava raporu önümüzdeki üç güne gök gürültülü fırtına veriyor.
Konaklama:
N1 Hotel & Campsite Victoria Falls: Müthiş değil, ama güvenli. Çağlayanlara
15 dakika yürüyüş mesafesinde. 64 dolar
20 Şubat
Salı: Şoook… Sabah güneşli bir havayla kalkıyorum. Yuppiii...Fırla
Engin, günü kaçırma. Yarın dahil tüm yapacaklarını bugüne sıkıştır. Bugün Zambiya günü.
Nehrin üstündeki sınır köprüsünden keyifle geçerek, Zambiya hududuna varıyorum.
Havaalanından temin ettiğim vizede sıkıntı yok. İşte Zembla’nın memleketindeyim,
Zambiya’dayım. Dört günde üçüncü ülke. Uzun seyahatin son konaklaması, Zambezi
nehri kenarındaki lüks bir otelin arka bahçesindeki iki kişilik çadırlar. Otel harika.
Tam nehrin kıyısında, yeşillikler içinde. Koca bir lokanta ve yüzme havuzları.
180 dolara oda alacağıma, onda birine çadır alıp tüm olanaklardan faydalanmak…
Yarın yapacağım seyahatin en büyük atraksiyonunu, ”ultralight uçuşunu”
bugün öğleden sonraya kaydırıyorum ve hemen şelalelerin Zambiya tarafına
yollanıyorum. Gürül gürül akan sular beni yine gökkuşaklarıyla kucaklıyor.
Müzik ve mutluluk. Arkasından yolculuğun en ıslak tecrübesi, çağlayanların en
çok gümbürdedikleri alanın hemen yanındaki asma ip köprüsü, "knife edge bridge"… Viktorya
alemine kabul töreni misali göksel bir duşla kutsanmak. "Yıkanırken"
yine birkaç gündür birçok vesileyle yanak yanağa geldiğimiz Kansaslı teologla
karşılaşıyoruz. “How do you describe this in theology”, “creation of God”,
“yes, let’s go and meet!”.
21 Şubat
Çarşamba: Artık seyahatin tüm yükünü geride bırakmış
durumdayım. Bugün aylaklık günü. Öğlene kadar havuz keyfi. Mağara adamına dönen
sakalları “bir sonraki randevu için” traş. Eve dönene kadar kimseyi korkutmam
gerekmiyor nasıl olsa :) Öğleden sonra seyahatin “son randevusu". Kralların
oteli, koloniyel mimarinin şahikası Royal Livingstone’da ingiliz çay
seromonisi, diğer adıyla hightea. Livingstone, 1855’te tam bu noktadan yola
çıkarak nehrin ucundaki adaya varmış ve ilk kez oradan çağlayanları görmüş. Bugün
tek kelimeyle kendimi şımartıyorum, yolculuğun kutlamasını yapıyorum. Zambezi
nehrine doğru rahat bir koltuğa kurulmuşum, önce şampanya karides, sonra Afrika
çayı ve otelin meşhur cooky’leri, bahçede zebralar geziniyor, içerideki
piyanodan dışarıya tatlı bir müzik yayılmakta, ileride Viktorya’nın dumanları.
Gerçek bir kutlama oluyor, etrafımdaki “şansölyeler” bir bilse ki bu garip kul
çadırda kalıyor… Hava kararıncaya dek keyif çatıyorum. Son gecem, çadırı garip garip
süzmek, gülümsemek.
Konaklama:
The Victoria Falls Waterfront: Zambezi
nehri kenarında, orman içinde, havuzlu, fıkır fıkır ortamlı harika bir lodge.
Çadır küçük bir odacık kıvamında ve minimum konfor sağlıyor, 28 dolar
22 Şubat
Perşembe: Son gün. Stres katsayısı yüksek. Her şey domino
taşları gibi birbirine bağlı. Livingstone – Johannesburg bileti yerli yerinde
mi, uçak zamanında kalkacak mı, rötar yaparsa eğer, JB’den İstanbul’a uçuşu
kaçırmak riskine maruz kalırım, yarın işte olmam gerek vesaire vesaire. Otelden
ayrılıp, Livingstone şehrini boydan boya geçerek havaalanına varıyorum. Temiz
pak bir yer. Bilet sağlam, uçuş da zamanında. Hoşçakalın çağlayanlar toprakları…
JB terminalinde dışarıda garip garip sigara tüttürüyorum. Gerçekten sonuna mı
geldim. On saatlik uzun uçuştan sonra işte yine kasvetli şehrimdeyim,
İstanbul’dayım. Karıcık… ne çok özlemişim seni. Sabah evde kahvaltı etmek ne
güzel. Dönmek ne güzel.
Yorumlar
Yorum Gönder