PERU - Machu Pichu. Son yirmi yılın düşü

SON YİRMİ YILIN EN BÜYÜK DÜŞÜ GERÇEK OLUYOR – PERU’NUN KEŞFİ – AĞUSTOS 2007
Ergenliğe yeni adım
attığım yıllarda Macha Pichu’nun resmini görmüş ve tek bakışta vurulmuştum. Son yirmi yılım hep “Buraya gitmeliyim, buraya
dokunmalıyım” düşünceleriyle kariyer hedeflerim arasındaki itiş kakışla geçti. Ve
nihayet, güvenli kıyılardan uzaklaşıp, hayaller okyanusunun bilinmezliklerine
dalmaya niyet ediyorum. Bekle beni İnkalar diyarı, geliyorum kucaklaşmaya…
Hazırlık
aşaması epey önceden başlıyor. Türkiye’de Peru konsolosluğu olmadığından, vize
Roma’dan geliyor. Program o kadar acayip ki… Eşim Elif’le New York’a beraber uçacağız. Ancak orada yollarımız ayrılacak. Ben Peru’nun derinliklerinde gezinirken, Elif Virginya’daki arkadaşlarıyla
buluşacak. İki hafta sonra tekrar New York’ta buluşup evimize beraber döneceğiz. Elif, Kuzey Amerika’da, ben Güney Amerika’da,
çocuklar Türkiye’de. Kenarları kabaca yedibin mil olan bir üçgen oluşturacağız.
Diğer taraftan, bütün ayarlamaları Peru’ya
varınca el yordamıyla yapmam gerekecek. Sadece gidiş ve dönüş biletim var
elimde.Gerisini doldurmak bana kalıyor. Belirsizlikler ve doğaçlama. Tam bana
göre…
4 Ağustos Cumartesi New York: New York’a direkt uçuyoruz. Pazar tüm gün Central park’ta aylaklık ettikten sonra, akşamleyin küçük kuşumla havaalanında vedalaşıyoruz. Stresliyim, Elif’i koca Amerika’da
yalnız başına bırakıyorum. Diğer taraftan internetten aldığım biletin Peru
havayollarının dandik sisteminde gümbürtüye gitmesinden ve rüyanın başlamadan
sonlanmasından ödüm kopuyor. Neyse ki iki aydır süren korkularım boş çıkıyor,
kazasız belasız Güney Amerika'ya uçuyorum…
6
Ağustos Pazartesi Lima/ Cuzco: Sabah körü Lima’ya varıyorum.
Hava puslu. Bugün belirsizliklerle dolu. Peru iç hat uçuşları internetten
alınamıyor. Cuzco ve Titicaca uçak biletlerini ayarlamam ve Lima’da oyalanmayıp
hemen Cuzco’ya uçmam lazım. Ancak ne tarifeleri biliyorum, ne de uçaklarda boş yer
olup olmadığını! Cuzco’ya varabilirsem, kalacağım yer daha belli değil ve Machu
Pichu tren işini de halletmem gerek. Önümde koca bir dağ var. Ama dört dörtlük bir
başlangıç yapıyorum. İlk başta Cuzco’ya kalkan uçakların dolu olduğunu öğrenip
tam yıkılmışken, akabinde bir spotçudan uçak biletini buluyorum, hem de yarı fiyatına!
Gülümsüyorum, burada da sistem bizde olduğu gibi al takke ver külah işliyor. Spotçular
ve kontuar görevlileri arkadan dümen çevirerek sana olmayan bileti bir anda
olduruyorlar! Bozgunculara hiç güvenmediğimden, ancak boarding cardımı
aldığımda parayı ödüyorum. Diğer taraftan, Titicaca uçak biletini de cebime
koyuyorum. Oh be. Kuşlar gibi hafifledim. Cuzco havaalanına öğlen gibi iniyorum. Hava harika. Çok istediğim Royal
Inca otelinde yer de var. Ancak Machu Pichu bilet satış ofisi ana baba günü ve bir
hafta sonrasına dek tüm trenler dolu. Allahtan internetten aylar önce yaptığım
ön rezervasyon başvurusu yerli yerinde durmakta. Biletimi büyük bir gönül
hafifliğiyle cebime koyuyorum. Arkasından yarın yapacağım çevre turuyla Titicaca programının ana hatlarını da ayarlayınca keyifler tam tıkır oluyor. Bir de Elif’le
telefonda konuşmayı başarıp, onun sağ salim dostlarıyla buluştuğunu öğrenince
tam zirve yapıyorum. Tüm düzenlemeler
tamam, artık keyfime bakabilirim. Bu arada, Cuzco üçbin metrenin üstünde. Bu
irtifalarda görülen yükseklik hastalığına tutulmamam da ayrı bir sevinç kaynağı.
Öğleden sonra beş gibi Cuzco’yu keşfe çıkıyorum. Ara sokaklar, meydan, katedral
ve bir meslek okulunda Perulu öğrencilerin arasına hınzırca karışmak. Akşam şehrin
ana meydanı Plaza de Armas’a bakan bir kafede yenen harika sandwich’ler. Cuzco hala geçmişte yaşayan tılsımlı bir şehir, ama dev katedrale baktığım zaman hüzünleniyorum. İspanyollar,
Güney Amerikayı 500 yıl evvel baştan sona istila ederken tüm güneş tapınaklarını
yerle bir edip, üzerlerine koca katedraller dikmişler. Bir medeniyeti yok
etmenin en kestirme yolu. Güneş dini out…Hristiyanlık in…Eh yoruldum artık, gidip dinlenelim.
Not 1: 2006 yılında LAN çok salaş bir havayoluydu. Ama şimdi çok iyi iş çıkarıyorlar. LAN biletlerini internetten almak mümkün.
Not 2: Macha Pichu'ya ancak Cuzco'dan tren ile ulaşmak mümkün. Vistadom ve Backpaper trenleri bu hatta işliyor. Kesinlikle 2 ay evvelden internetten rezervasyon yapmak lazım. Yoksa Peru'ya gidip, Macha Pichu'ya gidememekte var kaderde.
Not 3: Cuzco 3300 metre yükseklikte. Yükseklik hastalığına tutulmamak adına ilk gün yavaşlayın ve bol bol coca tea için. Çok iyi geliyor.
7 Ağustos
Salı Urumbaba: Bugün Cuzco civarındaki ören yerlerini gezeceğim. Hedef Urubamba valley
veya diğer adıyla Sacred Valley. Otelim enfes…kahvaltı enfes…Sayshuman kalesinin arkasından ilk evvela Pisac’a gidiyorum. Yöresel
pazarda alışveriş faslını tamamlamak ve harika Peru battaniyeleri almak. Arkasından
sonsuz teraslarıyla Pisac antik kenti. Pisac'ın zirvesinden And dağlarının dudak
uçuklatan manzaraları... Tam o anda kulağıma Simon&Garfunkel'ın El Condor Pasa nameleri geliyor. Hayırdır? Perulu bir çoban renkli
battaniyesine sarılmış elinde panflüt dağlara doğru çalmakta... ve de ne güzel
çalmakta...Sonra olaya uyanıyorum. Paul
Simon babamız uzun süre Ollantaytambo'da inzivaya çekilmiş. Peru'nun neredeyse milli
şarkısı olan El Condor Pasa'yı da fırsattan istifade bir güzel araklamış. Sırada
Ollantaytambo var. Küçük kasabanın sokaklarında arşınlayarak dağların zirvelerine
dek uzanan meşhur Inka kalesine varmak. Sanki Güliver’i bekleyen bir devler merdiveni…Kalenin
Eric von Daniken’i bile apıştıran tuhaf duvarları. Kulağımda Pink Floyd-momentary laps of reason,
başlıyoruz tırmanmaya…Bir anda enerji doluyorum. İlk pırıltılar kendini göstermeye
başlıyor. Akşama doğru Cichinca… bölgenin en yüksek yerleşim yeri. Tam tamına
3800 metrelerdeyim. İnka kalıntıları, kalıntıların üzerine inşa edilmiş kilisesi,
manastırı… Manastırın avlusunda And dağlarının karlı zirvelerine karşı günü
batırmak…
8 Ağustos
Çarşamba Machu Pichu: Büyük gün. Machu Pichu'ya doğru
trenle yola çıkıyoruz. And dağlarının arasındaki vadilerden ve Urambaba nehrinin
yanı başından keyifli bir yolculuk. Virginyalı bir kadın (Elif’e gönderme) ve
iki Guyanalıyla hoş sohbetler. Bir saat rötarla Machu Pichu’nun dibindeki Agua
Caliantes’e varıyoruz. Sıkıntı olmadan üç otuz paraya salaş bir otel ayarlamak.
Yıllardır hayalini kurduğum o gizemli şehre
öğle üzeri varıyorum. Machu Pichu’yu hep kendi içimde bir hac yolculuğu olarak düşlemiştim
ancak etrafa saçılmış, bağıran çağıran yüzlerce turist ilk başta hayli moralimi
bozuyor. Ben bunun içinmi 13.000 mil yol katettim!
Ancak kalabalıklardan uzaklaşarak, kendimi yamaçlara
yayılmış teraslara attığımda büyü başlıyor. Evet…buradayım ve tam hayal ettiğim gibi çok güzel. Enerji
yoğunluğum artıyor…artıyor… ve mutluluk haleleri etrafımı sarıyor. Daracık, dik
merdivenlerden yukarıya ulaşıp bir kayaya çöküyorum ve önümde uzanan harika
şehrin içine “kabul ediliyorum”. Şaşkınlık
verici, adamı tepetaklak eden…bildiğin tüm kalıpların tamamen dışına taşan… Öğrendiğin
tüm gerçekliklerin ötesinde sürrealin tanımını yapan…içine adım atanı şimdiki
zamanın sonsuzluğuna mıhlayan...Sanki dev bir uzay
gemisi And dağlarının tepesine yüzyıllarca önce konuvermiş ve bir daha uçup gitmeye
yeltenmeden indiği topraklara kök salmış. Evet, 13.000 mili boşuna kat etmemişim…Yerin
yedi kat üstündeyim.
Aynı Petra gibi, Macha Pichu’da 400 yıl boyunca
bir sis perdesinin arkasına saklanmış ve ancak 20.yy’da keşfedilebilmiş. Pizzaro'nun
burayı bulmak için ölene dek Peru'nun altını üstüne getirdiği söylenir. Macha Pichu'nun
bir ruhani merkez olduğu düşünülse de İnkaların yazılı bir tarihi olmadığından,
yapılış amacı hala tartışmalara açık. Hiç acelem yok. Tam tamına üç günü dolu
dolu burada geçireceğim. Koşturmaktan ziyade, huzurla… Ve kısmetime hava pırıl
pırıl. Çoğu gezginin günlerce burada bulutların dağılmasını bekleyip, hiçbir
şey göremeden hayal kırıklığıyla ayrıldığını bildiğimden, kendimi çok şanslı hissediyorum.
Panaromik noktaları birer birer keşfediyorum, her noktaya hak ettiği zamanı
tanıyorum. Hava kararırken ören yerini son terk edenlerden biri oluyorum. Kasaba
meydanında biraz zaman geçirdikten sonra doğru yatağa… Yarın uzun bir gün olacak…
9
Ağustos Perşembe Macha Pichu: Agua Calantes’ten Macha
Pichu’ya yılan gibi kıvrım kıvrım tırmanan bir yoldan minibüslerle yarım saatte
ulaşılabiliyor. Hedef sabahın köründe ilk minibüsle yukarıya çıkmak, gün
doğumuyla yıkanmak ve Wayna Pichu’ya tırmanmak. Ancak tek akıllı ben değilmişim.
Sabah körü onlarca kişi otobüs beklemekte. Her gün sadece dörtyüz kişiye Wayna
Pichu’nun zirvesine çıkma izni veriyorlar. Bu sebeple Machu Pichu’ya girer
girmez koştura koştura sıra kapmaya gidiyorum. Oh be. Daha elli kişi bile
gelmemiş. İşte ören yerinin arkasında dimdik yükselen külah biçimli meşhur
Wayna Pichu tam karşımda. Yahu bu tepe çok sarp, nasıl tırmanılacak…Haydi
Engin, yelkenleri şişir! Gün daha yeni
doğarken, bir keçi yolundan ilerlemeye başlıyorum. Neyse dik olmasına rağmen taş
merdivenlerden bir yol yukarıya yürüyor. Yorucu…yorucu… Bir saat sonra dörtyüz metrelik
tepenin zirvesindeyim ve manzara nefes kesici. Kulağımda Vangelis 1492 – Colomb’un
Amerika’yı keşfediş müziği – ön fonda uzaktan mücevher gibi pırıldayan Machu
Pichu - arka fonda sonsuzluğa uzanan görkemli And dağları ve derinlerden akan kadim
Urubamba nehri. Kendimi harika hissediyorum. İnerken rotayı ters yöne çevirmek.
Hedef Wayna Pichu’nun diğer yüzündeki temple of the moon. Rota ıssız – rota eşsiz
– rota ürkütücü – rota macera hislerimi tam on ikiden vuran… her bir dönemeçte
gözümün içine patlayan vahşi manzaralar. Ara ara belirsizleşen taş yollardan, dik
ahşap merdivenlerden inmek, ormanların arasına saplanmak ve ormanın bittiği,
uçurumun başladığı noktada gizemli ay tapınağına varmak. Yukarı çıkan belki 400
kişi var, ama buraya gelen kimse yok. Sahip olduğum tüm konfor alanlarından,
bildiğim tüm gerçekliklerden soyutlanmak, yalnızlığıma gömülmek. Çok değerli…Dönüş
yolu ise beni resmen tüketiyor. 3000 metre yüksekliklerde taban tepmek anamı ağlatıyor.
Yıllardır bu kadar dermansız kaldığımı hatırlamıyorum. Ormanın içinde rotayı şaşırmak.
Doğru yol mu, yanlış yol mu derken iki saat debelenip durmak. Sonra ufukta Machu
Pichu’nun siluetini görünce sevinç çığlıkları atmak. Kurtuldum, ama bugün artık
bittim, devam edemiyeceğim. Otele dönüp, biraz kestiriyorum. Salaş odama bakarken,
“neredeyim ben yahu!” hislerim zirve yapıyor. Akşam kasaba meydanı çok alem… Etrafta
tüm dünyadan gelen çeşit çeşit turistler, tahta sıralara oturmuş hülyalı hülyalı
turistleri kesen yerel halk, köhne bir evin çatı katında radyo yayını yapan
Perulu bir DJ’in dışarı taşan ateşli anonsları, sokak çalgıcıları, sokakta voleybol
oynayan okul üniformalı, hayat dolu çocuklar… çok yorgunum- uyku.

10
Ağustos Cuma Macha Pichu: Macha Pichu’da son gün. Sabah Macha
Pichu’nun arkasından dolanan “Inka bridge” trail rotasını takip ediyorum. Dik uçurumların tam yanından yürüyen daracık bir patika. Etrafımda lamalar
dolanıyor. Yalnızlık ve doğayla baş başa olmak. Buranın Machu Pichu işgal edilirse
eğer, şehri tahliye etmek için yapılmış bir kaçış rotası olduğu söyleniyor.
Öğlen gitmeden evvelki son iki saatimi yamaçlara yayılmış olan teraslardan birinde tefekkürle geçiriyorum. O kadar güzel ki…burası benim evim…evimin terasında kendimle başbaşayım. Uzanmış bin metre altımda yemyeşil vadilerden sakince akan Urambaba nehrini seyrediyorum. İçimde asla bir fetih hissi yok, yerine şunlar beliriyor yüreğimde. “Siz çok yücesiniz ve beni aranıza kabul edin” Zaman donmuş gibi. Sanki geçmişte de hep buradaydım, şimdi buradayım, gelecekte de hep burada olacağım. Şimdiki zamana dokunmak, sonsuzluğa dokunmaktır diye boşuna dememişler. Terasımdan tekrar büyülü şehre dönüyorum. Son kez hayranlıkla etrafımı süzüyorum. “Buradayım! “
Öğlen gitmeden evvelki son iki saatimi yamaçlara yayılmış olan teraslardan birinde tefekkürle geçiriyorum. O kadar güzel ki…burası benim evim…evimin terasında kendimle başbaşayım. Uzanmış bin metre altımda yemyeşil vadilerden sakince akan Urambaba nehrini seyrediyorum. İçimde asla bir fetih hissi yok, yerine şunlar beliriyor yüreğimde. “Siz çok yücesiniz ve beni aranıza kabul edin” Zaman donmuş gibi. Sanki geçmişte de hep buradaydım, şimdi buradayım, gelecekte de hep burada olacağım. Şimdiki zamana dokunmak, sonsuzluğa dokunmaktır diye boşuna dememişler. Terasımdan tekrar büyülü şehre dönüyorum. Son kez hayranlıkla etrafımı süzüyorum. “Buradayım! “
Programın bundan sonrası ise hayli karışık.
Antenlerim yukarıda çünkü sırada Cuzco üzerinden Titicaca gölüne gitmek var. Otobüs
biletimi, otelimi ve Titicaca tekne turunu Cuzco’da yerel bir acenteden almışım, geri
dönüş uçak biletim de hazır. Ancak bizim tren dört saatte Cuzco’ya varıyor. Trenin
varış anıyla otobüsümün kalkış anı arasında sadece 15 dakika var. Buraya gelirken
trende yediğim iki saatlik rötar beni geri dönüş yolunda fazlasıyla endişelendiriyor.
Otobüsü kaçırırsam domino taşları gibi tüm program üstüme yıkılacak çünkü. Bir
kısa yol keşfediyorum. Ollantaytambo’da inip bir taksi çevirirsem otobüsü yakalamam
kolaylaşacak. Öyle de yapıyorum. Gece vakti karanlık Peru yollarında bir taksinin
içinde yol almak hayli tuhaf. Neyseki
otobüsü yakalıyorum. Hatta Cuzco’da yemek yiyecek zamanım bile kalıyor.
Yedi saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra
sabaha karşı dörtte 3800 metre irtifadaki Puno’ya vardığımda, bilinmezliğin tam
ortasında, salaş bir terminalde, -10 derecelik dondurucu soğukta elinde “Kubilay” tabelası tutan birinin beni karşılaması, beni otelime bırakması ve
otelimin de gerçekten ayarlanmış olması o kadar değerli ki! (Bu arada Peru
Andlarında kış hüküm sürüyor) Cuzco’dayken, acente sahibi Katya’ya Titicaca
programıyla ilgili karapuça bir şeyler karaladığı bir kagıt parçası karşılığında
tüm parayı toslayıp “inşallah yaş tahtaya basmıyoruz” diye endişelenmelerim neyseki
boş çıkıyor. Katya, seni seviyorum! Gün ağarana dek otelde bir saat kestirmek ilaç gibi.
Not: Inca trail - Macha Pichu'ya varmadan 18 mil önce trenden inip, 3 günlük harika bir trek sonrasında, arka dağlardan Macha pichu'ya varmak. Ben yapamadım, oraya gidip zamanı olanlara kesinlikle öneririm.
11 Ağustos
Cumartesi Puno: Bugün hedef Titicaca…İçinde gemilerin
seyrettiği dünyanın en yüksek gölü. Neredeyse Marmara denizi büyüklüğünde,
heybetli And dağlarıyla çevrili kocaman bir su kitlesi. Küçük bir gezi gemisiyle
ilk evvela Uros denilen yüzen adalara uğruyoruz. Kamıştan yapılan üç metre kalınlığındaki
katmanlardan oluşan ve üstünde insanların yaşadığı bu adalar gerçekten yüzüyor.
Kamış-adaların yerel ahalisiyle hoşbeş ettikten sonra, sazdan yapılmış Titicaca
usülü ufak teknelerden birinde yarım saat göl keyfi.
Sonrasında üç saatlik bir
deniz yolculuğuyla, gemideki diğer gezginlerle laflayarak Taquile adasına varıyoruz.
Elektrik yok, su yok, TV yok, medeniyet yok, ama gani gani huzur var… Renkli
yerel giysili yöre insanlarının arasına karışmak. Köy meydanı yüzyıllarca önceden
bugüne hiç değişmeden gelmiş. Yavaşlıyorum, giderek daha yavaşşşlıyorum...
Burası çok iyi geliyor yüreğime. Keşke şu adada bir gece kalabilseydim. Adadan tam
ayrılacakken, iskelede bekleyen teknemiz bozuluyor. Uzun bir süre teknenin tamir edilmesini bekleyip,
adayı en son terk eden biz oluyoruz. Olsun bana ne gam! Dönüş yolunda geminin
üstündeki yastıklara uzanmış, kulağımda müzik, Titicaca’da gün batımını izliyorum.
Tam bir göksel şölen. Göğün ve gölün durmadan değişkenleşen, giderek koyulan
renk tonlamaları, limana varırken şehrin üstüne bastıran gecenin hüznü. Daha ne
isteyebilirim. Motor bozulmasa bunlar olmayacaktı! Gece Puno sokakları çok
şenlikli.
12
Ağustos Pazar Ica: Bugün, en çekindiğim gün. Önce
Titicaca’dan aktarmalı olarak Lima'ya uçacağım, oradan da kara yoluyla Ica’ya
varmam lazım, ancak Lima’dan otobüs seferleri hayli seyrek. Öğlen otobüsünü
yakalamam için uçakta rötar yememem ve dakika sektirmeden havalimanından yerini
bilmediğim otobüs terminaline yollanmam gerekiyor. Sonrasında Ica’ya saatlice varıp hem otel,
hem de Nazca uçuşumu ayarlamalıyım. Neyseki güne iyi başlıyorum. Uçaklarda rötar yok. Lima havalimanında son derece korktuğum New
York dönüş biletimin teyidini de alıyorum. Ormeno otobüs terminali havaalanına
yakın, öğlen otobüsüne yer var ve düşündüğümün üçte bir fiyatına… Ancak puslu
Lima’yı sevemiyorum. Hele Pazar günü döküntü ve boş terminalde bir saat beklemek
sıkıcı. Neyse arada Elif’le konuşup iyi olduğunu öğrenmek sıkıntılarımı dağıtıyor.
Fakat otobüs yolculuğu pek parlak geçmiyor. Ica’ya hava karardıktan sonra ulaşabiliyorum.
Hedefim Huacachina vahasında kalmak. Ica’dan tuttuğum taksiyle beş kilometre
ilerideki vahaya varıyorum. Ancak istediğim otelde yer yok. Eyvah, lonely
planet bölgede başka otel olmadığını yazıyor. Neyse ki kısa bir araştırmayla son
zamanlarda bölgede yeni birçok otelin açıldığını öğreniyorum. On beş dakika
sonra, yer bulamadığım otelden daha uygun fiyata başka bir yer bulup yerleşiyorum.
Ancak bir sorun var. Uğruna bu kadar yol kat ettiğim Nazca uçuşu hala
ayarlanmış değil… Bir hiçliğin
ortasındaki küçük bir İtalyan lokantasında spagetti ve uyku.
13
Ağustos Pazartesi Nazca: Dünyada vahanın tanımı
yapılsa, bu herhalde Huacachina olurdu. Atacama çölünün derinliklerinde
yemyeşil bir leke…ortasında gölü olan…palmiyeleriyle kendisini kuşatan kumullara
karşı korkmadan efelenen… Sabah gün doğarken vahanın yanı dibindeki yüksek kum
dağlarına tırmanmaya başlıyorum. Yolculuğun başından beri ilk defa Peter Gabriel-Passion
ortaya çıkıyor. Tepeden görüntü etkileyici. Alabildiğine çöl ve içine saklanmış
ufak bir cennet bahçesi. Otelde kahvaltı. Biraz sıkıntılıyım. Kafamda programı bir türlü oturtamıyorum. Hem
tüm günü vahada geçirmeyi hem de Ica’dan Nazca çizgilerine uçmayı istiyorum.
Ancak Ica’dan uçuşlar hem çok pahalı hem seyrek. Çünkü uçakların iki saat uzaklıktaki
Nazca’ya gidip dönmeleri gerekiyor. Neyse, bende doğaçlamanın sonu yok. Nazca’ya
gidiş saatlerini gösteren bir otobüs firması broşürünü görür görmez ani olarak
yön değiştiriyorum. Otobüsle 150 kilometre uzaklıktaki Nazca’ya git ve orada
uç… Yarım saatte apar topar toplanıp, taksi bulup, otobüsü kenarından yakalıyorum.
Hoş bir yolculuktan sonra 11.30 gibi Nazca’ya varıyorum. Oleeey – hava da açıyor.
Hedefim uçuşumu yaptıktan sonra Paracas bölgesindeki Pisco kasabasına gitmek ve
Paracas hotel’de gecelemek. İkinci oleey – Nazca’dan 14.30’da Paracas’a ve tam
da otelimin önüne otobüs var. Neşeyle terminalden çıkıyorum, ancak bir uçuş acentesine
girdiğimde neşem sönüyor. Nazca çok kalabalık, uçuşların tamamı dolu gözüküyor.
Ancak biraz dil dökünce öğlen uçuşlarından birine beni sıkıştırıyorlar. Hem de
Ica fiyatının üçte birine. (60 USD) Havaalanı yolunda tanıştığımız hoş bir İtalyan
çiftle sohbetliyoruz. Arkasından Cessna’ma biniyorum. Hem de pilotun tam
yanına. Vay be! Nazca çizgilerine uçacağız
ha… Ve uçuyoruz. Üstünde yürüdüğünde dünya batsa farkına varmayacağın, ancak
uçtuğun zaman ayırdına varacağın yüzlerce metrelik örümcekler, maymunlar, arı kuşları,
condorlar. Hepsinin üstüne üstüne pikeliyoruz. Tüm şekiller bir çocuğun resim
defterine çizilmişçesine, sanki “dev bir el tarafından” kilometrekarelerce çorak
toprağın üstüne “çiziktirilmişler” Gerçekten inanılmaz tuhaf. Burası, Paskalya
adasıyla beraber dünyanın en ünlü twilight zone’u. (Beş sen sonra Paskalya adasına
gideceğim o gün aklımın ucuna gelmezdi !!!) Kim yaptı bunları, daha doğrusu yüzlerce
yıl evvel kim verdi krokileri bu İnkacıkların eline ve N E D E N! Baba, derdiniz
neydi sizin ya! Yüzyıllardır uykuda olan Nazca'nın keşfediliş hikayesi de
kendisi gibi ilginç. 1930’larda bölgenin topografyasını çıkarmak amacıyla buraya
gelen pilotlar, ancak havadan fark edilebilecek bu dev şekilleri görünce şaşkınlıktan
neredeyse küçük dillerini yutuyorlar.
Şansıma Paracas’a öğlen otobüsünü yakalıyorum.
Bu arada iki gün sonraki Pisco-Lima otobüsünün biletini de Nazca’dan hallediyorum.
Hem 14.30’da ve hem de 17.30’da iki sefer var. Gecikiriz, mecikiriz, bir aksilik
çıkmasın diye 14.30 otobüsünü seçiyorum ve şansa son bilet (BURAYA DİKKAT!) Yolculuk
çöllerin arasından çok hoş geçiyor. Akşam Paracas Hotel’in tam önünde iniyorum.
Hay Allah, otel dolu, olsun yarına yer var. Yarınki Balasta adası turunu da hallediyorum,
artık gönlüm çok rahat. Yolculuğun panik noktaları teker teker geride kaldı. Ayarlamam
gereken pek bir şey de pek kalmadı.
Civarda kendime yine daha uygun fiyata başka otel ayarlıyorum. Kaldığım yer
çok izbe…Koskocaman otelde neredeyse tek başımayım. Neyse çok dert ettiğim yok.
Doğru uykunun kollarına...
14 ağustos
Salı Pisco Paracas: Bugünün hedefi Ballasta adaları – yabanıl
deniz yaşamı – esrarengiz Candelabra. Sabah ilk işim Paracas Hotel’e taşınmak
oluyor. Popomuz biraz da yüz dolarlık lüks bir otel görsün. Arkasından bir sürat
teknesiyle Ballasta adaları turu. İlk evvela meşhur Candelabra’nın açıklarında
mola veriyoruz. 180 metre boyundaki şamdan kılıklı bu garip sembolü binlerce
yıl önce çöle kim kazıdı ve neden…Mola sonrasında teknemizle denizde adeta uçuyoruz.
İşte ufukta adalar gözüktü. Ballasta adaları bir nevi Galapagos küçümeni...Yarım
saat sonra adaya vardığımızda, zengin bir biyoçeşitlilikle karşılaşıyoruz.
Pelikanlar, binlerce martı, küçük penguenler, kayalar üzerinde tembel tembel
güneşlenen foklar ve fokların arasına karışmış koca kafalı ayı balıkları.
Adanın arkasına döndüğümüzde, kumsala yayılmış, çığlık çığlığa bağıran, yüzlerce
fokluk dev bir koloniyle burun buruna geliyoruz. O kadar sokulganlar ki.
Burnumuzun dibinde soytarılık yapıp duruyorlar. Sizi gidi şekercikler sizi. Öğlen
vakti otele geri döndüğümüzde, yolculuğun başından beri ilk defa odamın şık bahçesinde
şezlonga uzanarak tembellik ediyorum. Bunu da özlemişim ya. Öğleden sonra Pisco şehrinde yemeğe çıkıyorum.
Hiç acelem olmaması ne iyi. Ama yemek dönüşü yine şeytanlarım dürtmeye
başlamasınmı! Otelde tembellik mi – bir taksi kiralayarak okyanus kıyılarındaki
Paracas milli parkına safari mi… Derdimi yöresel taksi şoförlerine anlatamamaktan
çekindiğim için ilk seçenek gözüme çekici gözükse de, ben yine haylaz şeytanlarımın
peşine düşüyorum. Bir taksiyle tekrar yollara düşüyoruz. Amanın ne güzeel,
şöför çat pat ingilizce anlıyor. Şehirden ayrılıp, milli parkın kum denizine
dalıyoruz.
Okyanus kıyısında "Katedral" adlı
bir kaya oluşumunun yanına varmamızla günün asıl süprizi suratıma vuruyor. Binlerce
kilometrekarelik Atacama çölü tam durduğumuz noktada dev uçurumlarla son bularak
saldırgan Pasifik okyanusuyla kucaklaşıyor. Çöl ve okyanusun yarattığı “zıtlık”
tek kelimeyle nefes kesici...Hemen ahbap olduğumuz şöförüme bir saat beni beklemesini
söyleyerek çölün bittiği, denizin başladığı yarların kenarından yürümeye başlıyorum.
Kısa bir zaman sonra uzanıverdiğim kaya ucundan
görüntü o kadar gerçek üstü ki…Rengi kırmızıya çalan, kıyı boyunca ilerleyen
uzun yarlar, arka fonda uçsuz bucaksız çöl, ön fonda dalgaları kayalıklarda patlayan
vahşi okyanus, ana merkezde ise üstümde majestik kanat hareketleriyle uçan bir
condor ailesi. Etrafta kimsecikler yok, sadece sahile vuran vahşi dalgaların ve
ruzgarın sesi. Macha Pichu’dan sonraki en uçurgan mutluluk patlamaları, gerçekleşme
anları…Ahbap şöföre geri dönüyorum. Beni sadece buraya getirmesi için anlaşmıştık.
"İki katı para vereceğim, yeter ki gezdir beni bu kutsal topraklarda".
Altımızdaki eski püskü Mitsubishi’nin sızlanmalarına aldırmadan resmen bir çöl
safarisine çıkıyoruz. Çölün içinde kumulların üzerinden hızla akıyoruz.
Çöl bitip, uzaklarda ıssız bir kumsal belirince bizimkine beni indirmesini ve yarım
saat sonra ileriden beni yakalamasını söylüyorum. Çölden denize doğru yokuş aşağı
yürümek. Aşık olduğum iki kavram yan yana. Çöl ve deniz… Kulağımda çöl müziği
Passion, kendimden geçmiş vaziyetteyim. Bizimki arkadan yetişip, kırmızı kayalıkların
çevrelediği boş kumsaldan beni topluyor.
Arkasından en delice hamle. “Beni Candelabra’ya
dek götürürmüsün” Adam “orası sit alanı, girmek yasak ama TAMAM” demesin mi!
Çöl üstünde 20 km’ye yakın gidiyoruz. Ortam her geçen dakika daha da acayipleşiyor.
Dünyada mıyız, kızıl gezegen Marstamıyız! Hem coşuyorum, hemde tırsıyorum. Abicim biz
neredeyiz…"In the middle of nowhere". Yolun bittiği yerde, bizimki arabayı
durdurup bana bir patikayı işaret ediyor. Arabadan inip, patikadan bir süre
yürüyünce önümde Candalebra’nın dev cüssesi patlıyor. Kum üzerine çizilmiş dev
bir deniz feneri. Işığı olmayan, ama tılsımı olan. Atacama çölüyle Pasifik
arasındaki mistik sınır kapısı. İçinden paralel evrenlere geçilen...Yabancılık
hislerim hiç olmadığı kadar coşuyor, bildiğim dünyayla bağım giderek
bulanıklaşıyor. Koca bir hiçliğin ortasında, dünyanın en büyük gizemlerinden
birinin karşısında böylesine dikilmek o kadar sarsıcı ki… İleride bu anı defalarca
hatırlayacağım ve boğulduğumu hissettiğim her vakit, içimden buraya dokunacağım.
Geriye dönüyoruz. Hiç aklımda yokken, pek fazla bir şey beklemezken, öğleden
sonrasının bu şekilde dolması bende nükleer patlamalar yaratıyor.
15 Ağustos
Çarşamba – DEPREM: Planladığım her şeyi
gerçekleştirdim – bugün dinlenme günü… Sabah harika bir kahvaltı. Sonra odamın
bahçesindeki minderlere yayılarak bu anı, öncesini ve sonrasını düşünüyorum. Peru’nun
bir sahil kasabasında, otelde bahçeli odamda aylaklık etmek mentollü bir his.
Sona yaklaşmış olmanın getirdiği melankoli etrafımı sarıyor. Ancak kendimi bildim
bileli kurduğum en büyük hayali gerçekleştirmiş olmak omuzlarımı kabartıyor. Saat
14.30’da Lima otobüsüne biniyorum. Lima’ya varıp, havaalanına bir taksi tutuyorum. Ve işte o anda olanlar oluyor! Yolda giderken
şöför el kol hareketleriyle heyecanla bir şeyler anlatmaya başlıyor, yola saçılmış
binlerce insan görüyorum, herkesin yüzünden korku okunuyor, tüm şehir aniden karanlığa
bürünüveriyor. Her şey havaalanına geldiğim anda birden netlik kazanıyor. Terminalin
içi garip bir şekilde bomboş, yüzlerce kişi ise dışarıda bekleşmekte. Ne oldu.
DEPREM. Bir anda şok geçiriyorum. Bizim şöförün yolda onu bunu makaslamasından
araba içinde pek anlamamışım, ama ciddi vurmuş yahu. Terminalin tüm saçakları,
cam çerçeve inmiş aşağı.
Dışarıda bir saat bekleyip terminale girince asıl
bomba patlıyor. Tüm uçuşlar iptal. Şoka giriyorum. Bu halde yarınki Newyork–İstanbul
uçuşu da güme gidecek, Elif’le buluşmak da güme gidecek. Sonu belirsiz dipsiz
bir kuyuda buluyorum kendimi. Elif depremi duyduğu anda büyük panik yaşayacak. Telefon
şebekeleri tamamen çökmüş. Tatlı kızıma kesinlikle ulaşamıyorum. Bu arada telefonumun
şarjı bitmek üzere ve yedek şarjım da kayıp. Madem yapacak bir şey yok, yolcular
hücum etmeden Airport otelde bir yer bulayım bari. Bunca aksilik üzerine bir de
deprem gecesini sokaklarda geçirmeyelim. Havaalanının dibindeki otele yerleşiyorum.
Garip bir uyuşukluk içindeyim. Geceyarısına doğru birden içgüdülerim beni dürtmeye
başlıyor. “Havaalanına git, olayların içinde kal, gelişmeleri izle!“ Beklentisizce havaalanına gittiğimde cin çarpmışa
dönüyorum. Bizim uçak uçuyor… Yani odada uyuyakalsam, sabah terminale geldiğimde
uçağın kalktığını öğrenip beynimden vurulacağım. Koşturarak otele gidip, bavulları
odadan kapıp, havaalanına dönmem on dakikayı bulmuyor. Ve elimde boarding pass,
terminal bekleme salonundayım. Nasıl bir şans bu ya…
Ama asıl mucize televiyondan haberleri
izlemeye başlayınca ortaya çıkıyor. Deprem 7.9 şiddetinde ve MERKEZ ÜSSÜ PISCO…
Pisco ve İca yerle bir. Paracas'ı Lima'ya bağlayan yollar yerle bir...Yüzlerce ölü
olduğu söyleniyor. Depremden sadece dört saat evvel Pisco’yu, hem de otobüsteki
kalan son biletle terk ettiğim aklıma gelince iyice çarpılıyorum. Depremi böylesine teğet geçmek olabilir
mi…Uçakta beş saat rötar var. Bekleme salonundaki kanepelerde uyuklayıp, sabaha
karşı uçağa biniyorum. Havadayken hala Peru’yu nasıl bir mucizeyle kazasız belasız
terk ettiğime şaşıp duruyorum.
16
Ağustos Perşembe New York: Öğlen New York’tayım. Elif’ten
haber de alıyorum. Dünün yoğun stresinden sonra omuzlarımdan tonlarca yük kalkıyor.
En sonunda küçük tatlı kıza kavuşacağım. Ancak yine evdeki hesap çarşıya uymuyor.
Bu sefer de Virginya Richmond’daki tüm
uçuşlar fırtına ve sis sebebiyle iptal. Önce ciddiye almıyorum, ancak zaman
ilerledikçe stres seviyesi adım adım yükseliyor. Elif’in uçağı hesapta saat 15.30’da
inecek, bizim İstanbul uçağımızda 20.45’te. Ancak saat 16.30’da Elif beni
telefonla aramasınmı. “Uçağımız tekrar terminale döndü, ne zaman kalkacağımız
belirsiz” O anda başımdan kaynar sular dökülüyor. “Uçağı kaçırırsak ne olur”
diye bilet ofisine sorduğumda ise, aldığım cevap karşısında bu sefer ikinci kez
kaynar su dolu kazana düşüyorum. Bilet yanıyor, tek yön biletler iki kişi 4.400
dolar. Yahu ben taa Peru’lardan,
depremlerden kaçarak altıbin mil gelmişim, kız elli dakikalık yoldan gelemiyor diye
resmen uçağı kaçıracağız. Saat altıya yaklaşıyor ve kalbim güm güm atarak son
kez Elif’in uçağını sormaya gidiyorum. Eğer uçak havalanmamışsa, tüm seyahatte
harcadığımız kadar parayı bir anda çöpe atacağız. O da ne !!! uçak havada…Saat
yedi gibi Elif’im ufukta gözüküyor. Bunca stresten sonra kavuşmak gerçekten çok
güzel. Koşarak gişelere yetişiyoruz ve İstanbul uçağına son boarding pass’ı biz
alıyoruz. Uçakta şaşkın şaşkın oturuyorum. Resmen yarım saatle uçağı yakaladık.
İki gün – iki mucize…
17–18
Ağustos Cuma-Cumartesi İstanbul: Paris aktarmasıyla
Cuma günü İstanbul’a varıyoruz. Memlekete döndüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.
Depremi duyan paniklemiş, tüm şirket ayaklanmış, kimse bana ulaşamamış… Ama
artık buradayım ve işte İstanbul’da terasımda oturuyorum. Gece yatağımda
halüsinasyonlar görüyorum. Peru’da mıyım, Amerika’da mıyım, evimden çok
uzaklarda mıyım, evimde miyim ayırt edemiyorum. Ancak gitmek kadar, dönmekte
çok güzel!
Yorumlar
Yorum Gönder