ÜRDÜN - 72 saat




Zeki’yle iki sene evvel Peru’yu ıska geçmiştik. Ancak bu sefer sonuna dek gidiyoruz.  Bizim evde tek bir resimden yola çıkan iddia gerçek oluyor. 18-21 Mart 2005


İlk Gün – Cuma: Gece yarısı uçağa binip, sabah üçe doğru Amman’a iniyoruz. İçeri girerken pek de dost canlısı karşılanmıyorum. Gümrükte beni imza kontrolüyle sıkıştırırlarken, sevimliler sevimlisi Zeki’yi anında salıyorlar.
Otomotivci geçiniriz ama “Samsung” un meğer arabası da (?) varmış. Koca bir Samsung Sedan kiralayıp, Petra’ya doğru yola koyuluyoruz. İnanılmaz gerçekten, 12 saat evvel yoğunluktan işin dibini görmüşken,   "şimdi" ıssız Ürdün yollarındayız.  
İlk patlama... Zifiri karanlık çölün göbeğinden geçen yolda arabayı durdurup yıldızlara karışmak... dakikalar boyunca neredeyse yanımızdan tek bir aracın dahi geçmemesi… koca bir boşluk, bir başınalık…mutluluk. Sabah altıda gün doğarken hayallerimizin mabedine, Petra’ya ulaşıyoruz. Birkaç sıkıcı otel araştırmasından sonra, tüm vadiye tepeden bakan mükemmel bir butik otel buluyoruz. Otel’de harika bir kahvaltı. Sonra ver elini Petra. 
İkinci patlama... Sabah 7.30’da Petra’ya giden dar boğazda, yani Siq’deyiz. Neredeyse sadece yılanların sürünerek ilerleyeceği darlıktaki bu sihirli geçidi aştıktan sonra, hayallerimizin zirvesine, 1001 gece masallarının o büyülü diyarına,  dilberler dilberi Petra'ya ulaşmak. Kayalara oyulmuş "tılsımlı hazine dairesi" işte tam karşımızda. Daracık geçitten çıkar çıkmaz, görüntü resmen yüzümüze patlıyor. Bu güzelliğin karşısında “tek kelimeyle” nefessiz kalıyoruz. Güneşin doğuşuyla altın gibi parlayan yapı, zaman ilerledikçe hafif gölgeleniyor ve pembeye dönüyor. Salvador'un en uçuk sürreal tablolarından birinin içinde geziniyoruz sanki...





Yola devam…Antik tiyatro ve kolonlar caddesini geçip, Petra’nın ikinci alameti farikasına, “Manastır’a” çıkan 800 basamaklı keçi yolunun başına ulaşıyoruz. Zeki’nin ricasıyla "iki eşek" tutup yola koyuluyoruz. Ancak keçi yolu o kadar sarp ki, acıyıp benim eşeği salıyorum. Sırt çantasından en büyük dopingim...CDMAN'im çıkıyor. Kulağa Enigma’yı taktığım anda kaslarım enerjiyle dolup taşıyor. Tanrım, resmen “müzikle” çağlar öncesine bir yolculuğa çıkıyorum. Günün ilk saf mutluluk anı... 
Tepeye varıyoruz. Manastır, gerçekten de göz kamaştırıcı. Tam karşısındaki Bedevi çadırındaki döşeklere kurulup, naneli çaylarımızı yudumlamaya başlıyoruz. Uzun süredir kendimi hiç bu kadar günlük hayatın acelesinden uzak hissetmemiştim. Hiçbir şeye yetişme kaygımız yok. Sıfır noktasındayız. Sonsuza kadar tam bu noktada durabilirmişiz gibi hissediyoruz. O kadar güzel bir duygu ki. Sonrasında kulağımda müzikle manastırın tepesine tırmanmaya başlıyorum. Tepeye tam ulaşacakken arkamdan gelen bağırışlar, çağırışlar. Tüm güvenlikçiler arkamdan "yassah yassaaah" diye yırtınmakta... Olsun, bu da bana yeter.

Biraz nefeslendikten sonra Manastır’dan dağ zirvesine giden trek rotalarına dalıyoruz. Orada Zeki’yi bırakıp kendi yoluma dönüyorum. Uçurumun başındayım. İlerimde derin bir vadinin arkasından başlayan, yeşillikten hiç nasibini almamış çorak topraklar, arkalarında yükselen sarp dağlar, sadece haşin sarılar ve kahverengiler ve her yanımı saran müzik. Tepede uçan şahinler ve ıssızlık. Mutluluk patlamalarına devam...  Manastırın karşısındaki çadıra dönüyoruz, ikinci çay ve keyif sefası. Dönüş yolu. Kolonlar caddesinin yanında öğle yemeği, arkasından yol biraz düzlenince eşek rodeosu !!!  Öğleden sonra bitap şekilde kendimizi otele atıyoruz. Gece hiç uyumadan bunca dolanmak bizi harap etmiş. Bir saat şekerleme. Sonra balkonumuzdan gün batımını izlemek. Tüm vadi baştan aşağıya kırmızıya boyanıyor. Erkencecik cup yataklara...






İkinci gün – Cumartesi: Sabah Zeki’yi uyandırmadan 6.30’da tekrar Siq’in başındayım. Bazen biraz nefes aldıran, bazen de bir metreye dek darlaşan o müthiş kanyonda, “Siq’de” patlamalar geçirerek ilerliyorum. Yüzlerce metrelik kaya duvarları üstüme üstüme geliyor. Her dönemeçte bakalım karşıma ne çıkacak merakı. Tam bir buçuk kilometre.  Dünden farklı olarak bu sefer Siq bomboş ve bana ait. Müziğimin ritimleri beni arkadan arkadan ittiriyor. Günün ilk doruğu. Hazine dairesi bu sefer sadece benim. Güneşin ilk ışıklarının yarattığı renk cümbüşüne dalıyorum. Arkasından, dün bakamadığım kaya mezarlarına teker teker tırmanıyorum. Petra’yla vedalaşmak gerçekten güç oluyor. 






Saat 11.00 gibi Zeki’yle Wadi Rum’a doğru yola çıkıyoruz. "Samsunglu" ve keyifli bir yolculuk. Wadi Rum, ortadoğunun Grand Canyon'u, tek farkı henüz pek bilinmemesi... Cip safaricilerimizi önceden internetten bulmuştum.  Rehberimiz Attayak bizi tam benimkinin aynı bir Toyota Landcruiser FJ40 ördek kasayla kapıda karşılıyor. Bu kadar mı kısmet olur ! Ama Attayak'ın Toyotasının benimkinden farkı bir pick up olması...Arka kasada, açıkta oturuyoruz. Çöle çıkmamızla mutluluk patlamalarım başlıyor. 
İlk break’imizde, “ben yürüyeceğim” deyip bizimkileri gerimde bırakıyorum. Yıllardır hep "Günaha son çağrı" filminin müziği olan Passion’la çölde gezinmeyi düşlemiştim. Bu rüya gerçek oluyor. Saf yalnızlık...saf mutluluk... Yarım saat sonra Attayak beni topluyor. Arkadan dev bir kumul... Tepesine tırmanıp, aşağıya kah koşarak, kah yuvarlanarak inmek harika...Sonra şöförün amcasının çöldeki Bedevi çadırına uğruyoruz. Yaşlı adamcağız hasta bir şekilde döşekte yatıyor, biz çömelmiş çay ve sigara... Tanrım , ne farklı hayatlar... Biz medeniyetin tüm kibriyle, gururuyla, kiriyle pasıyla bu çadıra girdik ve yarım saat sonra çıkacağız, bu yaşlı amcam ise yüzyıllardır atalarının sürdürdüğü hayatı yaşamaya devam edecek... Hangisi daha huzurlu, hangisi daha saf...
Çölün ortasında yine arabayı durduruyorum. “Siz gidin, ben yürüyerek size yetişirim” Hiçbir canlı izi görmeyerek çölün kalbinde yürümek...yürümek. Ürpertici...saf... 
Sonrasında bir tırmanış istasyonu... Attayak'la free climbing... Akabinde adamdan ördek kasanın direksiyonu ben alırım. Varş noktamıza kadar çöl ortasında kumanda bende... Bu da çarpılanıyor... Akşam beşe doğru ana kampa varıyoruz. Büyükçe bir bedevi çadırı. İsteyen gezginler geceyi burada geçiriyor. Gün batışını izlemek için Zekiyle yandaki dağa tırmanıyoruz. Yükseklik bana yetmiyor. Daha da yukarıya... Offf Tanrım,  işte yolculuğun gerçek doruğu... çölün gündüzden geceye geçişi...  Çöl canlı, çöl bilge... çöl ruhumuza ruhumuza... gani gani...
Passion, başka dünyalara ait renk geçişleri, giderek karanlığın egemen olması... Saf mutluluk... bu yolculukta o kadar çok şükrettim ki... 
Çadırda yemek...Tatlı bir Avustralyalı çift...içeride ateş yanıyor...Bir ara dışarıya kaçıyorum...yıldızlı çöl gecesi...çadırda yanan ateşin dışarıya vuran yanar döner aydınlığı... içerideki sohbetin çöle melodik yansıması. Ben neredeyim...ben neredeyim...sadece bu andayım...sadece şimdiki zamandayım...
Yemekten sonra günün son çılgınlığı... Kör gecede çöl yolculuğu...Büyülenmiş bir şekilde Toyotanın arka kasasına uzanmış, karanlığa kitlenmişiz. Önümüzde zayıf iki farın az biraz aydınlattığı belli belirsiz tekerlek izlerinden oluşan "mecazi bir yol"...
Gece yarısına doğru Samsung'umuzun başındayız. Mutluyuz, çünkü burası bizim sığınağımız...Kızıldeniz’e doğru yola koyuluyoruz. Hedef Akabe.  Bir saat sonra şehirdeyiz. Aradığımız oteli ıskalayıp, doğaçlama olarak ilk gördüğümüz yerde duruyoruz. Kısa bir pazarlıktan sonra odalarımıza yollanıyoruz. Sonradan farkına varıyoruz ki, muhteşem bir atış yapmışız. Burası Royal Diving Club...Palmiye ağaçlı, havuzlu, deniz manzaralı dört dörtlük bir piyango. Gece barda biralarken gülümsüyoruz – sadece bir kaç saat evvel bir hiçliğin ortasındayken, şimdi medeniyetin konforunda taburelerimize kurulmuş içkimizi yudumluyoruz…
bu kadar keskin geçişler olabilir mi...deliksiz bir uyku.












Üçüncü gün – Pazar: Güzel bir kahvaltı sonrasında öğreniyoruz ki... hemen iskelenin yanı dibi mercan resifleri... “yapsam mı, yapmasam mı” nidaları arasında kendimi Mart ayında elimde şnorkel Kızıldeniz’e bırakıyorum. İlk başta kıçım kıçım donuyor, sonra alışıyorum. Ve bu yolculuğun bilmem kaçıncı büyüsü başlıyor. Tanrım. cennetteyim. Geçen sene Alp’lerle yapılan Olympos dalışları bunun yanında güneş ışığındaki ateş böcekleri gibi kalıyor.  Tek kelimeyle   Muh - te - şem...  
Bir National Geographic belgeselinin bizzat içindeyim. Büyüğüyle, küçüğüyle, yüzlerce rengarenk balık pembe resiflerde gezinmekte...İnanılmaz bir şey... İki saat sudan çıkmak bilmiyorum. Tüm bu güzelliği bir başıma yudumlamak... Yahu bir gün evvel çöldeydim, şimdi buradayım. Meğer burası, Akabe’nin en ünlü dalış mekanıymış... (2013'ten not... dünyada değişik bir çok yerde şnorkelledikten sonra, rahatlıkla diyebilirim ki, buranın üstüne başka bir yer tanımam) 
Saat 10.00 gibi yola çıkıyoruz. Ayrılmak zor geliyor, günlerce burada kalabilirim. Hedefimiz Lut gölü. Ancak bu sefer şansızlıklar yakamızı bırakmıyor. Lut gölüne iki ulaşma çabamız polis kontrolüne takılıyor. Bizim gibi solo gezenleri Lut'a bırakmıyorlar.  Sonrasında resmen yaşadığımız hayal kırıklığının altında kalıyoruz.  Karak kalesi günün gerisini "eh" kurtarıyor. Akşam, Amman’ın keşfi. Anfi-tiyatro ve çevresindeki canlılık bizi biraz olsun kendimize getiriyor.  Amman’ın en lüks bölgesinde pizzalamak. En nihayetinde yorgun argın kendimizi havalimanı oteline atıp, üç saat uyuduktan sonra erken uçakla sabah körü İstanbul’a varıyoruz. 




Tek kelimeyle 72 saate bir dünya sığdırıyoruz.


Not: Biz ıskaladık, siz kaçırmayın. 

  • Petra'da turist sezonu açıldığında haftada bir gece Siq ve en meşhur Petra figürü olan Hazine dairesi mumlarla ışıklandırılıyor...Uçuş serbest !!!
  • Lut gölünde hacıyatmaz olamadık... Bizi bırakmadılar, sizi bırakırlar inşallah
  • Zamanınız varsa Vadi Rum'da bir gece Bedevi çadırı !!!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km