AMERİKA - Bir uçtan diğer uca Amerika

Newyork'ta hayli turistik şekilde başlayan seyahat, Las Vegas'tan sonra giderek hızlanıyor. Grand Canyon'dan itibaren artık tam bir içsel yolculuğa dönüşüyor.
İlk metro deneyimleri, olayı kafamızda hemen çözüyoruz. Trafik derdi olmadan uptown'dan downtown'a geçmenin rahatlığı. İlk evvela Grand Zero – ikizlerin çöktüğü bölge, arkasından Brooklyn köprüsü üzerinden hoş bir yürüyüş ve down town’a kuş bakışı. Yıllardır hayalini kurduğum tüm dünyanın tartışmasız başkenti bütün heybetiyle işte karşımda. Akşam karıcıkla Brooklyn köprüsünün yanı dibindeki River Cafe’yi keşfediyoruz. Şehir parliament lacivertine bürünürken, Down town, Hudson nehrinin karşısından bizi pırıl pırıl selamlıyor. Brooklyn köprüsü rengarenk. Şehrin geceye girişi tek kelimeyle nefes kesici, ama panaromada "ikizlerin" eksikliği fark ediliyor.
Vegas'ta Stratosphere tower'da kalacağım. Burası, şehrin en yüksek kulesini de içinde barındıran dev bir kumar ve eğlence kompleksi. Saat 16.00 gibi Las Vegas’ı gezmeye başlıyorum. İki milyar dolara, yani ufak bir Afrika ülkesinin bir yıllık gelirine denk bir tutara inşaa edilmiş Hotel Venetian çok etkileyici – tüm San Marco meydanı bire bir kopya edilebilir mi - ediliyormuş – Ceaser’s Palace insanın yaratabileceği şatafatın en üst mertebesi…İnsanlara kumar oynatmak adına hiç bir şeyden kaçınılmamış. Nerdeyse tuvalette bile kumar makineleri var. Üzerinde Corvette asılı makinelerde, "3 patlıcanı" bulursan arabayı hemen alıp gidiyorsun. Ben ise bir tam gün boyunca sadece 10 dolarlık oyun oynayarak, tüm Vegas ruhuna "ihanet" ediyorum.
Las Vegas'ın büyüsü benim için, 300 metrelik Stratosphere kulesinin açık hava terasından şehrin gecesine girerken başlıyor – Las Vegas...çöl ortasında ışıl ışıl yanan dev bir Babil kulesi...
veee çok önceden hayal edilen şey gerçek oluyor – kulenin tepesindeki ikinci bir kuleden big shoot… tersine Bungy jumping !!! Tanrım, ben napıyorum derken booomm!!! saliseler içinde big shoot’un 60 metre tepesindeyim Böyle bir adrenalin olabilir mi - neredeyse altıma ediyorum – ama yaptığıma asla pişman değilim. Vegas, tüm ışıltısıyla bir kaç saniyeliğine ayaklarımın altında, inanılmaz bir his... Gece rent office’e stresle girip mutlulukla dönüyorum. Artık son model 210 beygirlik bir FORD EXPLORER’ım var.
Not: Las Vegas hafta sonu çok pahalı, ama hafta içi sudan ucuz... Hafta içi 48 dolara kalıyorum.
Not-2: Amerika'da araç kiralamk sudan ucuz. Ford Explorer'ı günlüğü 42 dolardan kiralıyorum
Elimde internetteki harita sitesi mapquest’ten çıkardığım sayfalar dolusu haritalar, tam 450 mil gidip, öğle üzeri hayallerimin mabedine varıyorum. Tanrım, Alice harikalar diyarındayım, Monument valley'deyim.…Vadinin tamamına hakim olan bir tepeden sevgili "üç monument’imi" kucaklıyorum. Issız çölün ortasında o kadar heybetle yükseliyorlar ki... Öğleden sonra vadi içindeki 17 millik toprak parkura sevgili Explorer’ımla dalış. Hele hele ilerleyen saatlerde herkes parkurdan elini eteğini çekince, gün batımına doğru tüm vadi bana kalıyor.
Parkura doyamıyorum, tur üzerine tur atıyorum. Kah girilmesi yasak yollarda Explorer'ın offroad kabiliyetlerini zorluyorum, kah arabayı bırakıp uzun uzun yürüyorum. Şimdiye kadar bildiğim her şeyi ters yüz eden çok tuhaf bir coğrafya... Vahşi...haşin... güneş aşağıya meylettikçe garipleşen ışık oyunları. Gerçekten müthiş. Gün batıyor, artık vadi tamamen boşalmış, aracımın üstüne bağdaş kurmuş alacakaranlığı kucaklıyorum. sanki dünyadan binlerce ışık yılı uzakta başka bir gezegenin derin ıssızlığında tek başınayım. Yolculuğun zirvesindeyim…
Gece vadi girişindeki camping’de araba içinde uyku tulumunda kalıyorum… Gözlerimi karanlığa dikmişken kendi kendime mırıldanıyorum. “Ben nerdeyim…ve napıyorum…”
Saat 11.00 gibi Grand Canyon’a doğru yola çıkıyorum. 200 mil giderek öğleden sonra yolculuğun başlangıç amacına varmak. Desert view yolunda scenic drive’larda kanyonla ilk tanışmalar. Grand canyon village’e gelince önce rutin işler çözülüyor, aylardır internetten araştırdığım Mother camping’de yerimi buluyorum, iki gün sonrasının rafting programını telefonla hallediyorum. Sonra da South rim’e giderek insanların kümeleştiği seyretme noktalarının uzağında uçurumun başındaki bir dost kayanın üstüne kuruluyorum…Grand Canyon’da gün batımı…Kanyonun sarıdan kahverengiye, pembeden mora yüzlerce tondan oluşan bir renk cümbüşüne girmesi…
Ben de yüreğimde aynı cümbüşü yaşıyorum. Doğanın azameti karşısında, küçüklüğümün ayırdına varıyorum. Bir cılız Colorado nehri, elinde iğne kuyu kazarcasına nasıl milyonlarca yılda böylesine devasal bir kanyon oyabilir…Gece sevgili arabamın bagajında oturmuş süpermarket yemeğimi yeyip, sigaramı tüttürerek keyif yapıyorum. Bu gece de arabada geçiyor…
Meşhur Route 66…Issız topraklardan geçen bomboş yolda yağmur eşliğinde ilerlemek. Fırtınanın karamsarlığı bir anda yerini duygu patlamalarına bırakıyor. Arabayı yana çekiyorum, CD player’a Pink Floyd More’u takıyorum, yağmura çıkıyorum, sigaramı yakıyorum ve "sanki kutsanıyorum". Bir anda tüm boyutlar karışıyor, ruhum başka alemlerde gezinmeye çıkıyor. Fırtınanın ve ıssızlığın ortasında bir başıma ayakta dikilmiş... gülümseyen... şükreden... anın sonsuzluğunda kaybolmuş...
Akşama doğru Peech Springs’e vardığımda güneş kendini gösteriyor. Aman tanrım, bir anda tam önümde bir "çifte" gök kuşağı belirmesin mi…Elimle tutacakmışım gibi yakın...canlı... "Sanki bana gönderilmiş bir hediye..."
Burası,Hualapi kızılderilerinin merkezi, ama sadece bir otel ve birkaç salaş baraka… Las Vegas'ın ihtişamının hemen yanı dibinde, bu kızılderiler böylesine zavallı mı yaşamak zorundalar…
Otoyolda ilerlerken West Rim’e doğru sapan toprak bir yol görmeyeyim mi… Doğaçlamayla aniden direksiyonu toprak yola kırıyorum. Burada hız limiti yok… Explorer’ı son sürat koşturmak, aracın gemlerini bırakmak…müthiş bir his…Millerce ileride, bomboşluğun ortasında arabayı durdurup Dire Straits’i açmak…Dünkü duygu dorukları geri geliyor, ancak bu sefer melankoli yerine coşku doluyum. Sonra ufka doğru yürümeye başlamak...Çorak topraklarda yalnız başına duran bir ağacın dibine çömelip gülümsemek de gülümsemek… Sabah ki hayal kırıklığından artık eser kalmamış vaziyette, ağzına kadar mutluluk doluyorum. Arkasından arabayı iyice yoldan çıkarıp offroad’a vurmak... temkinsiz olmak...anda olmak... herşeyle bağlarını koparmak...Çok iyi hissediyorum...
Las Vegas’a dönüş yolunda meşhur Hoover barajında son mola. Bu arada günler sonra kapsama alanına tekrar giriyorum. Elif‘le nihayet konuşabiliyoruz. Sesi harika geliyor. Her şey mükemmel geçiyormuş. Bir anda kuşlar gibi hafifliyorum. Kızım sağlıklı ve keyifli… Öğlen saat 14.00 gibi Las Vegas’tayım. Las Vegas’a ilk indiğim andaki gibi karamsar değil, son derece zinde ve enerji doluyum. "Anıt" otellerin neredeyse tamamını geziyorum. Newyork oteli - özgürlük heykeli ve Brooklyn köprüsüyle Manhattan down town’ın bir kopyası, Hotel Paris – ½ ölçeğindeki Eyfel kulesi, Arc de Trimph ve içine serpiştirilmiş tepesinde mavi gök olan Parisyen sokaklarıyla minyatür bir Paris, Mirage – beyaz kaplanı ve yanardağı, Bellignio ve dev havuzundaki harika su oyunları…Gün batımını Eyfel kulesinin tepesinden yapıyorum, Bellignio’nun su ve ışık gösterisini tepeden izlemek ve şehrin alacakaranlığa girmesini son kez görmek… Artık gitme zamanı. Sevgili aracımı teslim edip, gece otobüsüyle LA’e geçeceğim. Kalabalık araç parkındaysa bir anda BOK oluyorum. Aracım yoook… Elim ayağım boşalıyor. 45 dakika kesik başlı horozlar gibi oraya buraya koşturuyorum – “arabayı çaldırdık lan” diye dövünürken, arabayı hemen burnumun dibinde bulmayayım mı!!! Offf yaaa.. bir daha neyi nereye bıraktığımı üç kez kontrol edecem. Aracımın başında son bir keyif sigarası – Explorer, yaşattıklarından dolayı teşekkürler…
Amerika’da bir otobüs yolculuğu yaşayacağım demiştim – demez olaydım. Las Vegas otobüs terminalinde sudan çıkmış balığa dönüyorum. Rezaaleet. Amerika’da uçak birinci sınıfsa, otobüs beşinci sınıf bile değil… Terminaldakiler, arkamdaki zavallı Fransız turistlere “uçağa binmeye benzemiyor değil mi” diye kafa yapıyorlar. Sabaha karşı LA’e varıyorum.
Tüm günü Santa Monica Manhatten beach’te geçiriyorum. Sevgili Pasifik okyanusuna ilk merhaba. Uçsuz bucaksız kumsallar. Kendimi okyanusa atıyorum. Koca koca dalgalarda body surfing…kaç zamandır bunu yapmayı düşlüyordum. Tanrım, evimden en uzak noktadayım…Aynı 92’de Side kumsalında, günlük hayat karmaşasına girmeden evvelki son gün kıvamında geçiyor zaman… Yine yalnızım, ülkeye döndüğüm zaman büyük koşturmacalar beni bekliyor – AMA ben buradayım, kendimle baş başayım, hemen okyanusun yanı başında umarsızca güneşleniyorum. İleride mutlulukla hatırlayacağım anlar… Akşama doğru kumsalda uzun yürüyüşler, Hensel ve Gretel masallarının fırlama sıra sıra harika evler, her bir evde ayrı ayrı seyrettiğim ilginç yaşam kesitleri… Hava kararırken otele dönüyorum. Otel dibindeki rent a carcılardan baba pazarlıkla en alt sınıf araba fiyatına 211 beygirlik lüks bir Chevrolet Impala kiralıyorum veee Elif’i karşılamaya gidiyorum.
KAVUŞMA ANI – ÇOK DEĞERLİ – KIZIM TEK PARÇA OLARAK GELDİ – çok mutluyum. Elif arabaya şok geçiriyor. Tüm bir gece Virginya hikayelerini dinliyorum.
Öğlen San Fransisco’ya varıyoruz. LA’ın nemrutluğundan ve kibirinden sonra burası o kadar sıcak kanlı ki…Sanki Akdeniz'e geri döndük. Kolaylıkla oteli bulup, yerleşiyoruz. Fishermans wharf, şeker bir yemek, etrafta gezinmek, yemyeşil, hoş bir park, ileride Alcatraz, bu arada "bizim" köprü sisler altında, arabayla down town, şehrin ünlü yokuşları. Elif otelde dinlenirken kendimi sokaklara vuruyorum. Bir street cafe’de biramı yudumlarken “sona yaklaşıyoruz, ha” yorumları ve final anını yakınında hissetmek. Gece balıkçı halinde yine bir İtalyan lokantası (yeter ulaaan , bu kaçıncı) Sonrasında şehri baştan başa arabayla turluyoruz. Çok keyifli…
19 Ağustos Cumartesi Kennedy havaalanı: Sabah yine Newyork’tayız. Bir terminalden diğerine geçerken pasaportların ve her şeyimizin olduğu sırt çantasını bagaj beklemede unutmayalım mı. Stresten elimiz, ayağımız boşalıyor. Off, neyseki buluyoruz. Bugün planımız bavulları emanete bırakıp, Newyork’ta birkaç saat zaman geçirmekti. Ancak emanetteki Pakistanlıyla kavga edip bu programdan vazgeçiyoruz. Zamanımızı havaalanında geçirip, öğleden sonra Frankfurt’a uçuyoruz. Cumartesi sabah gibi Frankfurt’a varıyoruz. Üç saat bekledikten sonra da uçakla sevgili İstanbul’umuza dönüyoruz.
Bana Amerika'da
en çarpıcı gelen şey, sadece yüz kilometre dışında zavallı kızılderiler derme çatma
barakalardan oluşma ufacık kasabalarda yaşarken, Las Vegas’ın üzerine kurulduğu
önüne geçilmez şatafat ve kibirdi… Burası insanoğlunun (ya da amerikanoğlunun) kendi
egosuyla şişim şişim şişindiği ikinci bir Babil olmuş… Kadim medeniyetler geçmiş
zamanlarda yüce tapınaklar yaparak Tanrının ilgisine mazhar olmayı, başka bir
deyişle Tanrıya "dokunmayı" amaçlarmış. Babil-Vegas ise, o eşsiz tapınakların
tüm mükemmel taklitlerini kendinde biriktiriyor. Ancak “Vegas’ın replika tapınakları”
en kutsal köşelerine Tanrı kavramı yerine, "oyun makinelerini" yerleştirmeyi
daha uygun görüyor artık. Vegas'ın kayıp ruhları ise, yemeden-içmeden-uyumadan
24 saat oyun makinelerinin başında, tanrılaştırdıkları kendi egolarını beslemekle
meşguller. Babil kulelerini dikerek Tanrıya ulaşmaya çalışan ve kendi zavallı
mevcudiyetini Tanrıyla denk tutmayı arzulayan geçmiş medeniyetlerin çağdaş bir yorumunu
içim burkularak izledim Las Vegas’ta… Ancak bir gün sonra Monument Valley’e gittiğimde,
milyonlarca yıldır ayakta duran o muhteşem doğal güzelliklerin önünde Vegas’ın
kuleleri kağıttan kof kaplanlar gibi gözüktü gözüme… Monument Valley’in ıssızlığında
yaptığım gönül yolculuğumda kalbime tek bir deyiş takıldı. “ Kibrini yen !” Ve bu deyiş
Amerika seyahatinin ve 2006’nın tamamının sloganı oldu.
Merhaba, las vegas ile monement valley arası çok mesafe var mı ? Günün birlik monment valleyi gezebilirmiyim. Bir de o yol çok ıssız mı ? Ayrıca o ylda fazla benzin istasyonu yok diyiyorlar tecrübleriniz ışığında yardımcı olabilirmisiniz
YanıtlaSil