30 günde Dünya turu - 2




22 Eylül Çarşamba  tek günde koca üçgen: Rio - Miami - Guatemala City: 
Yolculuğun tam ortası... Paskalya adasından sonraki ikinci dev challenge…Guatemala. Bugünün tamamı yolda geçiyor. Rio’dan gece uçuşuyla Miami’ye varıyorum. Miami’den Guatemala City’e uçuyorum. Buradan Flores/ Tikal’e geçmek için   4-5 saat falan beklemem lazım. Haydi bir kendimi şehre atayım dememle korkunç bir sağanağa tutulmam bir oluyor. Bir esnafın tentesi altında Guatemalalılarla yağmurun dinmesini bekleyip, zor bela kendimi havalimanına geri atıyorum.

Havalimanında in cin top oynuyor. Flores uçağına bir avuç Guatemalalıyla (!) biniyoruz. Benden başka hiçbir deli yağmur sezonunun ortasında buralara gelmeyi göze alamamış herhalde. Flores’e gece kör karanlıkta varıyorum. Havaalanından otele varıncaya dek minibüsteki çığırtkanla yarınki Tikal gidişini ve maceralı Tikal–Palenque&Meksika arası otobüs yolculuğunu da çözüyorum. Şip-Şak...



23 Eylül Perşembe Guatemala Tikal: 
İnanılmaz ama gerçek, Tikal’e ulaşabildim. Tikal'ın karanlık ormanları arasına saklanmış Jaguar Inn'de kalacağım bu gece. Çok şanslıyım ki yer bulabildim. Yüksek sezonda buraya aylar öncesinden rezervasyon yapmak gerekiyor. “Benden başka hangi Türk buralara kadar ulaşmıştır” tafralarıyla şişinerek kayıt defterine adımı yazarken, bir üst hanede ne göreyim. “Remzi Öztürk”.  Böyle bir şey var mı ya… İstanbullu Remzi amcayla bahçede yağmur altında çay sohbeti… Tikal’de Türkçe konuşacağım aklıma gelirmiydi hiç !!!

Tikal, zirvesini tam bin yıl evvel yaşamış, sonra nedendir bilinmez silinip gitmiş, cangılın derinliklerine gömülmüş, yüzyıllar sonra 19.asırda tekrar keşfedilmiş. Burası aslında dev bir Maya metropolü!  Bugün Newyork, Londra, Tokyo nasıl ki dünya şehirler pantheonunun en tepesindeyse, o kadim zamanlarda Tikal de küresel olarak sadece “muhteşem Angkor’la” kıyaslanabilecek bir heybete sahipmiş. Ana harabelere ulaşmak için iki kilometre, uzaktaki harabelere ulaşmak için ise dört kilometre orman içinden yürümek gerekiyor. Binlerce değişik kuşun cıvıltıları, maymunların çığlıkları ve tarantulalar (!) arasından, antik şehrin meydanı ve tüm dini seremonilerin merkezi olan olan Gran Plaza'ya varıyorum. Tikal’in alameti farikası olan Grand Jaguar piramidi tüm azametiyle önümde dikilmekte. Keops gibi yayvan bir eşitkenar üçgen değil, kocaman bir mızrak ucu gibi göğe saplanan…sivri başlılığıyla dünyada tek… kendi şahsına münhasır…. Sabah ki yağmur dinmiş, güneş ilk kez kendini gösteriyor. Manzaranın içine gömülmek. Çok hoş. Bir kilometre uzaklıkta, gizlendiği cangıldan önüme aniden beliriveren başka bir piramit. Islak, kaygan ve daracık basamaklarından “tırsa tırsa” zirvesine ulaşmak ve Guatemela yağmur ormanlarına dolu dolu gülümsemek. Her adımda mutluluk seviyem daha da katlanıyor. Yürüyüşe devam. Ve…   En uçtaki, en yüksek piramit. Zirvesinden tüm enginlikleri kaplayan uçsuz bucaksız "yeşil" okyanusu görünce yürekten coşuyorum. Sırf buradaki jungle deneyimini düşünerek Amazonları listemden çıkarmıştım. Kesinlikle doğru yapmışım. Yağmur başlayınca otele dönüş. Tam günü kapattık derken, öğleden sonra ilerleyen saatlerde yağmur diniyor ve ben de ani bir doğaçlamayla Tikal’e geri dönüyorum. Grand Jaguar’ın karşısındaki tapınakta yerimi almışım, “mızrak ucuna” bakarak güneşi batırıyorum, alacakaranlığı kucaklıyorum, yalnızlığımı selamlıyorum. Maya kenti cangılın derinliklerinden geceye görkemli bir şekilde girerken kendimle başbaşayım. Soyutlanmanın dorukları... Dönüş yolunda birden ateş böcekleri tam önümde ışıklı bir dans gösterisi sunuyorlar. Sadece bana verilen göksel bir hediye sanki. Nasıl başka-dünyasal, nasıl Avatar filminden fırlamış gibi, nasıl sürreal… Tanrım, nerdeyim ben. Sonrasında Alp’ten ödünç aldığım mucize feneri çıkarıyorum. Gülümseyerek tek başıma geri dönüş yoluna koyuluyorum. Ancak işler sarpa sarıyor. Neresi doğru yoldu? Karanlıktan çıkan bir Portekizli de tek kişilik kafilemde fenerin ucuna takılıyor. İki kişi “orası mıydı burası mıydı” derken apışıp kalıyoruz. Bir saat ürkütücü zifir ormanda debelenmek. Maymunlar çığlık çığlığa ağaç tepelerinde gezinmekte. Oofff...Derin bir nefes alıyoruz.  Doğru yoldayız.







24 Eylül Cuma Tikal: 
Bugün büyük gün… Aylardır hayalini kurduğum Jungle canopy’yi Guatemala’da yapmak kısmetmiş. Orman içinde, ağaçların tepelerine kurulmuş dokuz istasyon kule arasından ip üzerinde süzülmek. Yağmur sezonunda gezmenin faydaları. Tüm aktivite "bana özel" yapılıyor. Başka kimse yok. Önümde arkamda iki rehberle ilk başta tırsarak, sonra alışıp keyiflenerek Jungle’ın içine akarız. Ormanların bağrına son sürat pike üstüne pike yapmak. Kendimi challenge etmenin zirvesindeyim.

Evet, hava nane molla, Tikal’de zaman geçirip dünün değerini düşürmeye gerek yok. Flores’e dönüp ilk otelime yerleşirim. Her güzel yerin sonunda olduğu gibi, buradan da Elif’le çetleşmek ruhuma iyi geliyor. Öğleden sonra Flores’te Guatemalalıların arasına karışmak. Burası Ulubat gölünün içindeki Gölyaka’nın Guatemala versiyonu. Sokakları arşınlamak, yemek yemek, boş boş sürtmek…Yarın büyük gün, Meksika’ya geçiyorum. 
küçük not: Star wars serisinin ilk filminde “isyancıların gezegeni” sahneleri Tikal'de çekilmiş.






25 Eylül Cumartesi Palenque Meksika:
Sabahın beşinde döküntü bir minibüs beni otelimden alıyor. Bugün karayolundan ver elini Meksika... İnanılmaz bir program beni bekliyor. Hayli stresliyim. Meksika’ya geçerken ABD damgasını gösterip vizesiz olarak içeri girebilecek miyim, ya giremezsem ormanın göbeğindeki kör sınır kapısında ne yaparım. Meksika'ya sorunsuz girebilirsem, Palenque’ye gidip, orayı gezip, gece otobüsüyle Merida’ya atlayıp, oradan başka bir otobüsle Chichen Itza’ya geçeceğim. Oradan da Tulum’a mı, Cancun’a mı gideceğime henüz karar vermedim. Haliyle damardan spontaneyim. Şu andan itibaren neredeyse iki tam gün yolda olacağım. Evet, bu kadar kuruntu yeter. Felaket bir sağanak altında yola çıkıyoruz, yağmur minibüsün camından sızıp olduğu gibi üstüme iniyor. Sınıra yetmiş kilometre kala asfalt bitiyor, “toprak” yoldan (“çamur” mu demeliydim) bata çıka ilerlemeye başlıyoruz. İki ülkeyi birbirinden ayıran nehirden Tayland usülü daracık bir motorla geçerken yağmur bir bastırıyor, pir bastırıyor. Kıçımızın en derinliklerine dek ıslanıyoruz. Motordan inip pasaport kontrol noktasına kadar “duş alarak” beş yüz metre yürümek de işin tuzu biberi oluyor. Ancak sırılsıklam pasaportuma giriş damgasını vurduklarında üstümden tonlarca yük kalkıyor. Meksikadayım artık.

Öğlen Meksika'nın Chiapas bölgesindeki Palenque’deyim. Neyseki internet forumlarında çok şikayet edilen San Juan kumpanyası tam söz verdiği zamanda beni şehre bırakıyor. Bu demek ki, etrafı gezmek için kendime 3-4 saat artırabileceğim. Aynı Tikal gibi, Palenque de Mayalar tarafından terkedildikten sonra orman tarafından "yutulmuş". Harabeler üç kilometrekarelik bir alana yayılıyor, ancak şu ana kadar sadece onda biri jungle’dan kurtarılabilmiş. Yemyeşil ormanların içine gömülmüş bu çok güzel kenti, çiseleyen yağmur altında zevkle dolaşıyorum. Şehrin sembolü Temple of inscriptions ve Palace muhteşem bir mimariye sahipler. Chichen Itza sadece El Castillo’suyla 7 harika arasına girerken, Palenque genel deneyim olarak bana göre çok daha önde duruyor. Dönüşte Merida otobüs biletimi Meksika’nın Varan’ı olan ADO’dan alıp yemeğe çıkıyorum. Dehşetli bir sağanak indiriyor, sokaklar koca nehirlere dönüşüyor. Burnumu dahi dışarı çıkaramıyorum. Yok baba, çok istememe rağmen etrafı seller götürürken Tulum’a falan gidemem, Cancun’a gidip biraz “sığınma” hislerimi tatmin etmem lazım. Büyük bal. Bir internet cafeden booking yaparak, beş yıldızlı Me Melia Cancun otelinin 250 dolarlık ocean suit’ini son dakika indirimiye yarı fiyatına cebime koyuyorum. Yarın kıçımız yatak görecek. Yağmur sezonunda gezmenin faydaları… Bugün her şey plan dahilinde tıkır tıkır gitti. Garda gece otobüsünü beklerken kitabıma gömülüyorum. Tim Robbins – Dur bir mola ver – resmen yolculuğa damgasını vuruyor. Şaman felsefesiyle yoğrulmuş bu kitabı okurken yanımdaki Meksikalı biçare yağmurdan ıslanmış İncilini okuyup okuyup kendinden geçiyor. Ne garip bir dünyadır burası…




26 Eylül Pazar Chichen Itza - Cancun: 
Tüm gece boyunca 900 kilometre güneye ilerleyerek Chiapas bölgesinden çıkıyorum ve sonunda Yucatan'a varıyorum. Otobüste dört dönüm bostan horul horul uyumak iyi geliyor. Resmen pestilim çıkmış ya. Merida otobüs terminalinden Chichen Itza biletimi kapınca güne güzel başlıyorum. Otobüs Meksika köylerini döne dolaşa beni Chichen Itza’ya bırakıyor. Eyy “yedi harika” Castillo işte önündeyim. Simetrinin ve mimarinin babasısın be, seni gidi güzel "üçgenler yumağı", seni gidi "geometrik Nirvana". Haa bu arada, dünyanın en büyük “takviminin” tam karşısında duruyorum. Piramitin her yüzündeki 91 basamak mevsimleri, toplamı da bir yılın tüm günlerini veriyor. Bütün ekinokslar, en uzun ve en kısa günler mimariye işaretlenmiş. İşin kötüsü binlerce yıllık Maya takvimi tam da 2012 yılında bitiyor !!! Kıyametten önceki son iki yılımın keyfine bakayım en iyisi :😊 Mayaların ellerini hiç kullanmadan sadece kıçlarıyla başlarıyla topu sektirip tepedeki çemberden geçirmeye çalıştıkları o garip oyunun oynandığı arenadayım. Kaybedenlerin kurban edildiği bu tuhaf “basketbol” maçında, oyuncular nasıl bir motivasyonla sahaya çıkıyorlardı acaba. Cancun’a dönerken 2.sınıf bir otobüste oraya buraya uğramaktan yol bitmiyor. İki saatlik yol dört saate çıkınca uzun süredir ilk defa fena bayıyorum. Akşam kan ter içinde, dilenci kılığında lüküs otele girince, resepsiyonu “müşteri olduğuma inandırmak” hayli zaman alıyor. Onca sefillikten sonra, Okyanus manzaralı odamda günün zirvesini yapıyorum. Yıkanıp traş olup insana benziyorum. Oteli bedavaya kapattım ama her şey ateş pahası. Burası Belek gibi dev bir oteller bölgesi, neyseki etraftaki tek tük alışveriş merkezlerinden birisi tam otelin karşısında.  Televizyonda izlediğime göre Palenque yolunu sel götürmüş. Güzel bir biftekle “kurtuluşumu” kutluyorum.
not: keşke Merida'ya biraz daha zaman ayırsaydım...


27 Eylül Pazartesi Cancun: 
Tüm seyahatin en güzel odasında okyanus soslu sabah kahvaltısıyla güne başlamak. Otelin iç mimarisi o kadar zarifki. Valla iki gün boyunca ilk defa acele etmeyeceğim, yavaşlayacağım! Sahile inmemle beraber mutluluk haleleri çevremi sarıveriyor. Yolculuğun başından beri hep böylesine bir yerde mola vermeyi düşlemiştim. Kurşuni bir gökyüzü altında dalgalı okyanusun fosforlu mavi tonlarıyla allak bullak olmak. Renkler o kadar gerçeküstü ki, sanki kendimi “Mesaj” filminin finalindeki galaktik düş sahilinde Jody Foster’la elele gezinirken buluyorum. Elimi kaldırsam bozulacak sanki herşey! Kırmızı bayraklı kumsalda, sahil korumaların itirazlarına rağmen dalgalı okyanusun koynuna bırakıyorum kendimi. Kumsalda şezlonglara kıvrılıyorum. Hep dediğim gibi; yavaş, yavaşş… Eve geri döndüğümde beni bekleyecek olan büyük fırtınaların sahilinde kendimi burada huzurlu hissediyorum.

Yolculuğun özdeyişi yavaştan şekilleniyor. "Kazanmak ve kaybetmenin ötesine geçtiğin zaman gerçek manada özgür olursun". Bakalım bunu dönüp iş arama stresine girdiğimde göz ucumda tutabilecekmiyim. Akşamleyin otelin dışında Forest Gump’ın karides zinciri olan Bubba Gump’da keyifli deniz yemekleri. Geceleyin kumsalda hayatımda gördüğüm en karanlık gökyüzüne karşı sigara yakmak. Yarın nasıl bir tayfun geliyor acaba.




28 Eylül Salı Cancun:
Bugün birbirine pamuk ipliğiyle bağlı üç uçuş sonrasında kıtayı terk ediyorum. Meşhur Yucatan fırtınalarından biri eğer beni iki saat geciktirirse hapı yutarım. Allah büyüktür, deyip güne başlıyoruz. Renkler yine cümbüş halinde. Bu sefer bayraklar sarı. Deniz, havuz, şezlonglarda uzanmak, acelesizlik… Hayatım boyunca burada verdiğim iki günlük molayı çok özleyeceğim. Havaalanında stresli bekleyiş. Allaha şükür, uçak zamanında kalkıyor. Cancun’un yukarıdan görünüşü etkileyici. İlk önce Dallas’a, oradan San Fransisco’ya, oradan da Hong Kong’a uçacağım. 24 saatten uzun bir yolculuk bekliyor beni. Not: Zamansızlıktan Tulum'u ıskaladık. Okyanus kenarındaki Tulum piramitlerini ileride görmek nasip olacak mı acaba...

29 Eylül Çarşamba  Hep havada:
Valla bilmiyorum nasıl oldu ama "bugün" sanal uzayda bir yerde,  saat dilimleri arasında kayboluyor.

30 Eylül Perşembe Hong Kong: 

Şaka gibi ama Pasifik üzerinden büyük turumu attım ve sabahın köründe Hong Kong’a vardım. Gerçekten bu yolculukta “absürdü” yeniden tanımlıyorum. O kadar doğaçlama yaşıyorum ki. Cancun otelimi seller götürürken Palenque’de bir internet cafe’den bağlamıştım. Hong Kong otelimi de Meksikadaki son dakikalarımda Cancun’dan ayarlıyorum. Çok da pişkinleştim valla. Kowlon’daki otelime vardığımda, görevliler “bugün kal ama yarına yer yok” deyince tepem atıyor. Yok yaa! Hemen civardan internete girip, aynı otelde yer bulup, parayı kredi kartıyla yatırıp, booking teyit çıktısını resepsiyonistlerin suratına dayamak. Herifçioğulları şaşkına dönüp kuzu kuzu konaklamamı iki günlüğe çeviriyorlar. El mi yaman, Bey mi yaman! Cancun’daki lebiderya ocean suitten sonra Hong Kong'da “bizim evdeki mini bilgisayar odasından hallice” dört metrekarelik bir hücreye “terfi etmek!”  Napalım, artık Hong Kong gezegenindeyiz.

Lantau adasındaki dev Buda heykelini görmekle güne başlıyorum. Beş kilometrelik bir teleferik hattıyla şehrin betonarme cangılından kaçıp yemyeşil tepelere tırmanmak. Hong Kong’da-bin kilometrekarelik bu küçücük coğrafyada- yedi milyon insan yaşıyor ama toplam yüzölçümün neredeyse üçte ikisi ormanlardan ve güzelim dağlardan oluşuyor. Dünyanın en ünlü üç liman şehrinden birinin tüm hengamesine rağmen varoşlarca yutulmaması ve böylesine doğayla kucaklaşması tek kelimeyle hayranlık uyandırıcı. İşte büyük Buda; tüm haşmetiyle ve o mütevazi gülümsemesiyle “aydınlığın” sembolü olarak karşımda duruyor. Kulağımda müzik mutlulukla 25 metrelik koca cüssesiyle tahtına oturmuş Hong Kong’u tepeden seyreden sakin devi selamlıyorum. Rio’daki Carcavado İsa’sının yanıbaşında hissettiğim duygu patlamaları geri geliyor. Ey Buda, tüm insanlara aydınlık eyle, içimizdeki saklı Buda’ların uyanmasını müjdele!  

Dönüş yolunda “Central” istasyonunda metrodan inip tüm şehrin en sembolik binası olan Bank of China’nın gözlem katına çıkıyorum. Hong Kong limanına tepeden hoş bir bakış, ama yetmedi daha daha yukarılara çıkmalıyım. Fünikülere, diğer deyişle “tram’a” atlayarak Victoria Peak’e, Hong Kong’un beşyüz metrelik dünyaca ünlü seyir tepesine tırmanmak. Tüm şehir göğe yükselen gökdelenleriyle birlikte ayaklarımın altında. Gerçekten “panaromik manzara keyfinin” tanımı tüm dünyada tam da bu nokta olsa gerek. Güneş tatlı tatlı batıyor, hava yavaştan kararmaya başlıyor. Asıl patlamalar da şehrin alacakaranlıkta ışığa bürünmesiyle başlıyor. Dido'nun yüreğimi çağlayan müziği, hafif çiseleyen yağmur, uçsuz bucaksız gökdelenleriyle bir elmas gibi parlayan ihtişamlı Hong Kong… O kadar hazla doluyum ki… Bugün İsa’sıyla Buda’sıyla, giderek daha yukarılara tırmanmasıyla ve geceye kavuşan şehre sihirli dokunuşlarıyla giderek Rio zirvesine benzemeye başlıyor. Dönüş yolunda yağmur şiddetleniyor. Meksikadan beri beni takip eden şakacı yağmur perileri hala peşimde. Ama rahatsız değilim, aksine limana yürürken şehrin ambiyansı yağmurla karışıp beni baştan aşağı sarhoş ediyor. Hele şehir hatları vapuru “Star Ferry” ile sadece bir dolara karşı limana geçerken mutluluktan uçuç böcekleri gibi uçuşuyorum. Tüm dünyada verdiğin paranın en çok hakkını geri ödeyen vapur herhalde Star Ferry'dir. 

Saat tam sekizde Hong Kong light semphony başlıyor. Bank of China’nın, dünyanın en yüksek on binası arasındaki IFC kulelerinin ve bilumum başka gökdelenlerin ışıklı danslarını keyifle seyretmek. Bugüne bu kadar güzellik yeter. Uyku.








1 Ekim Cuma Hong Kong: 
Jetlag beni sabahın beşinde ayağa kaldırıyor. Tekrar uyumaya debelenmektense, kendimi ışıl ışıl yanan Kowlon batakhanelerine atıyorum. Sabahın köründe bir esnaf lokantasında çorbalı, mantıya benzer bir “şeyli” çok lezzetli bir “kahvaltı”

Gün daha yeni doğarken şehrin diğer ucuna, Victoria parkına gidip Tai Chi yapanları seyretmek, arkasından şehrin içine karışmak, çay evleri, antikacılar, bilumum hoşluklar. Meyveli krepli güzel bir late breakfast, Sydney opera binasını andıran devasal exhibition center’da dolanmak, Star Ferry'le limanı bir de gündüz gözüyle tavaf etmek…Bu arada her geçen dakika şehre daha fazla hayran kalıyorum. Dünyanın en gelişmiş altyapısı, aptalların bile rahatlıkla çözebileceği “user friendly” metro sistemi, resmi dil Çinçe olmasına rağmen kaybolmamanız için göze parmak ingilizce yönlendirmeleri, üstüne üstlük her ihtiyacınızda herkesin gülümseyerek akıcı ingilizceleriyle size yardıma koşması, kısacası medeniyet tanımı içinde aradığınız her şey fazlasıyla burada toplanmış.  Üstelik Singapur gibi steril ve tekdüze değil, zig zaglarıyla, canlılığıyla, batakhaneleriyle tam bir yaşanası dünya şehri… Gece vakti yolculuğun en büyük süprizlerinden biri beni bekliyor. Bugün 1 Ekim Çin kurtuluş bayramı. Her sene yılbaşında ve 1 Ekim'de inanılmaz bir havai fişek şenliği tertip ediliyor ve bendeniz de böylesine olağanüstü bir güne denk geliyorum. Havai fişeği keşfeden bir ulusun gösterisi, hele Hong Kong limanının ruhuyla da birleşince tek kelimeyle müthiş bir şeye dönüşüyor. Gökyüzünde ardı ardına saatler boyunca patlayan rengarenk ışık papatyaları...Büyüleyici...Benim kafa gidiyor... Sanki “Gandalf’ın Hobbit köyündeki fişek gösterisini“ canlı gözlerle izlemekteyim... Ne ballıyım ya.



2 Ekim Cumartesi Pekin:  
Sabah tereyağından kıl çekercesine metroyla havaalanının içine kadar ulaşıyorum. Hong Kong’u gerçekten çok özleyeceğim. Bugün ver elini Çin… Uçak Viktorya limanı üzerinden harika bir tur attıktan sonra burnunu Pekin’e çeviriyor. Öğlen Pekin’deyim. Otel benim rezervasyonu bana sormadan iptal etmemiş mi. Beni bir hostel’e fırlatıyorlar. 
Çin kurtuluş bayramı Hong Kong’a anlam katmıştı ama Pekin’de hayatımı resmen zindan ediyor. Tüm Çin ahalisi kutlamalar için Pekin’e hücum etmiş valla. Sokaklara dolup taşan insan selini buzkıran gibi yara yara ilerlemek zorunda kalıyorum. Hong Kong’dan sona Pekin’de attan eşeğe düşmek. Mesafeli, empati kurmayan, soğuk, mağrur bir şehir. Keşke olimpiyatları Hong Kong’a vereymişler… Anlamsız bir gün.


3 Ekim Pazar Pekin: 
Neyse, bugün gerçek otelime dönebiliyorum. Öğlen vakti Yasak Şehrin girişinden geri püskürtülmek! Tek bir organizma gibi hareket eden dev kalabalıklar doğal bir Çin Seddi örmüş durumda, ilerlemeye imkan yok. Çin'in tüm kapıları Moğol istilasından tam sekizyüz yıl sonra “Kubilay II’nin” suratına kapanacaktı ha… Napalım, napalım, bisiklet kiralayıp Pekin’in içine karışalım. Hutong denilen küçücük kutu kutu kulübelerden oluşmuş eski-zaman mahallelerinin arasında dolanıyorum ve şansa “Nişantaşı” hutong’una varıyorum. Her taraf hoş bir şekilde restore edilmiş ve Kurtuluş bayramına katılmayan “Batı” zehri yutmuş tüm Çin gençliği burada. İlk defa bir Çin lokantasını test etmek. Yaptığım seçim de şansa iyi çıkınca, tadına doyulmuyor. Akşamleyin Pekin’in “İstiklal caddesinde” binlerce Çinliyle kucak kucağa dolanıyorum. Akrepli bilimum böcekli gece pazarı ve bir sürü hoşluklar.


4 Ekim Pazartesi Çin Seddi: 

Bugün büyük gün. Hedef, Çin Seddinde Jinshanling–Samatai rotası. Yolculuğun Paskalya ve Tikal ile beraber üç büyük challenge’ından biri. Kalabalık, iğne atsan yere düşmez Badaling’i değil, fazla turistik olmayan ve güncel restorasyonlarla bir Walt Disney dekoruna henüz dönmemiş bu sessiz rotayı seçiyorum. İstediğim, Çin Seddine dokunmak, "oyun parkında" gezmek değil. İki saatlik bir yolculuğun arkasından sabah erkenden Jinshanling’deyim. Yer yer aşınmış, yıkılmış, çökmüş, ama geçmişten bozulmadan gelmiş, yüzüne günümüzün ağır makyajı sürülmemiş.Tek kişilik teleferiklerle tepeye tırmanmak. İşte binlerce kilometre boyunca vahşi tepelerin, ormanların, çöllerin üzerinden sonsuzluğa kıvrılan “taş yılan”. Müzik eşliğinde ve "yılanın eğerinde" bir düş yolculuğuna yuvarlanmak. Kondisyonum beni hiç üzmüyor. Keçi gibiyim. Keskin yokuşlu-inişli, bol tırmanışlı birkaç kilometreyi geride bıraktığımda sed üzerinde gezinen insanlar gittikçe azalmaya başlıyor. Sonlara doğru, hep hayal ettiğim gibi “Sed” ile baş başa kalmak, bir gözetleme kulesinden ayaklarımı sallandırarak, ufuk çizgisine doğru kaybolan muhteşem yılana gözlerimi kaydırmak ve tefekküre dalmak. Sed yüzlerce yıldır yaptığı gibi durmadan gidiyor…gidiyor…gidiyor…Evet işte o an geldi. Seddin son noktasında, son gözetleme kulesinde artık tüm yolculuğun finalindeyim ve tam da bu finale yakışacak şekilde manevi zirvemdeyim. İyiki bu deli seyahati yaptım. Yıllar boyunca geri dönüp baktığımda hep hatırlayacağım, hep gülümseyeceğim. Dört saatlik zorlu hiking sonrasında güzel bir öğlen yemeği ve mutlulukla Pekin’e geri dönüş.
Edit: Çin seddinin tenhalıklarında dolanırken bir Çinli kim olduğumu soruyor, ben de böbürlenerek       “ (Engin) Kubilay’ım” diyorum ve içimden hınzırca gülümsüyorum. “Len oğlum, beni durdurmak için binlerce kilometre duvar ördünüz. Yine de geldim ve Moğolların kağanı Kubilay olarak paşa paşa tahtınızda oturdum”.  






5 Ekim Salı Pekin: 
İnanamıyorum, ama son güne geldim. Uçağım öğleden sonra ama bugün yapacak çok şey var. “Pekin’e gidipte Yasak Şehri görmeyeni dövüyorlar” korkusuyla, ilk iki gün boyunca kalabalıklar tarafından geri püskürtüldüğüm “başımın belasına” son bir saldırı daha düzenleyeceğim. Sabahın köründe kuyruğa girip uzun uzun bekledikten sonra, insan yığınlarıyla beraber ite kaka içeriye dalıyorum. Bertolucci’nin "Son İmparator" filminin işaretlerini takip ederek avluları teker teker geçiyorum. İşte ana sarayın tam karşısındayım. Göz okşayıcı, gönül merhemi, huzur pınarı… Çin estetik mimarisinin zirvesi. Çin imparatorları, eskiden izinsiz girenin kellesinin uçurulduğu bu yasak topraklarda bugün binlerce Çinlinin bağıra çağıra gezdiğini görse ne yaparlardı acaba. Arkasından Yasak Şehrin sonundaki Jinshan parkının zirvesinden koca saray kompleksine ve Pekin’e tepeden bakış. Yolculuğun vedası da zaten bu son bakış oluyor. Havalimanına giderken taksi şoförünü kafalayıp yarım saatliğine yol üstündeki Olimpiyat kompleksinde geziniyorum. Damardan doğaçlıyoruz ya. 2008 olimpiyatlarının mabedi olan “Kuş yuvası’ndan“ gezinin son atışını yapmak. Evet. Artık bu kadar. Uzun bir geri dönüş yolculuğu beni beklemekte.





6 Ekim Çarşamba: Pekin – Hong Kong – Bangkok – Amman – İstanbul. 
24 saatten fazla yolda olacağım. Ancak üç connection'la eve varacağım. Amman’dan yolculuğumun en son uçağına biniyorum. İşte Türkiye uzakta göründü, Antalya… Kekova… Vatandayım. Atatürk havalimanına hiç bu kadar sevinçle inmemiştim. Dışarıya çıktığımda koca bir sürpriz beni bekliyor. Bizimkiler, Neşe ablam, Gökhan’lar, Alp’ler ellerinde kocaman bir hoşgeldin afişiyle beni karşılıyorlar. Çocuklar kucağıma koşturuyor. Tüm havalanı ahalisinin şaşkın bakışları arasında Yeşilçamvari kavuşma sahneleri. Çok mutluyum. Dönmek de, gitmek kadar anlamlı. Yuvada olmak da seyahatlerin en yüksek dorukları kadar mutluluk verici...
Uludağ et lokantasında tantanalı bir hoş geldin yemeği ve evdeyim…terasımdayım… tek parça olarak dönebildim.



Yolculuğun düşündürdükleri:
Diğer tüm yolculuklarım arasında gelgitleri en fazla olan yolculuğum kesinlikle bu olmuştur. Sanki bir sinüs eğrisi üzerinde dans edip durdum. Dünyanın gözbebeği, hiperaktif şehirler ile tek bir insan oğlunun görünürde olmadığı ıssızlar ıssızı coğrafyalar arasındaki geçişler ruhen uçurucuydu. Buenes Aires’ten Igaussu ve Paskalya, arkasından çılgın Rio, ardından Guatemala jungle’ında yağmur sezonu ve Yucatan’ı otobüs sırtında arşınlamak, sonrasında beş yıldızlı Cancun dinlenceleri, dünyanın öbür ucunda Hong Kong çılgınlığı ve son olarak Seddin en tenha köşelerinde vücudumun sınırlarını zorlamak…Bu uçuk zigzaglar arasında her şey en sonunda tuhaf bir dengeye oturdu ve geriye harika anılar kaldı. Şişe şişe su içip artık doydum. Şimdi kendime “bundan sonra” neresi diye soruyorum ve inanın cevabını bulamıyorum. 












































Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km