AMERİKA - Bir uçtan diğer uca Amerika




Eşim Elif’in internetten tavla arkadaşı Gary ile buluşma hayalleri bir Amerika seyahatine dönüşüyor. Newyork'ta Phantom of the Opera, arkasından Las Vegas'ta 300 metrelik Stratosphere otelin tepesinden big shoot (tersine bungy jumping), sonra bir Ford Explorer kiralamak ve doğanın bağrına koşmak, Monument Valley'de gün boyu trekking, Grand Canyon, Route 66'nın ıssızlığı, Explorer'ın bagajında uyku tulumuna sıkışmak, Santa Monica Venice beach'de Pasifik ile kucaklaşmak, Los Angeles'ten San Francisco'ya müthiş A1 karayolundan uzanmak... 

Newyork'ta hayli turistik şekilde başlayan seyahat, Las Vegas'tan sonra giderek hızlanıyor. Grand Canyon'dan itibaren artık tam bir içsel yolculuğa dönüşüyor. 

5 Ağustos Cumartesi Newyork: Rahat bir yolculuktan sonra öğlen Newyork’tayız. Otelimiz Central Park’a bakıyor. Biraz dinlendikten sonra 5.caddeye çıkıp, Empire State’e kadar yürüyoruz. Yukarıya çıkmak için kuyrukta iki saatten fazla sıra beklemek. Tepeye vardığımızda artık gece olmuş, pestilimiz çıkmış. Ancak gökten Newyork panaroması olağanüstü. Dönüşte otele bir bisiklet taksi tutmak. Şansa adam Türk çıkmasın mı. Tatlı bir sohbet eşliğinde, Newyork sokaklarında yarım saat keyifle dolanarak otele varıyoruz. 







6 Ağustos Pazar Newyork: Jetlag'dan sabah 5,00 gibi ayağa dikiliyorum. Elif uyurken ıssız Newyork sokaklarında iki saat gezinmek. Bomboş bir Time square, ama yine de ışıl ışıl, Central station, üstü turtalı Chrysler binası, Birleşmiş Milletler kompleksi. Elif ile otelin civarında bir cafede şenlikli bir Pazar kahvaltısı. Arkasından Central Park – NY içindeki dört kilometrekarelik yemyeşil bir vaha -  parkın meşhur John Lennon rotası, gökdelenlerin ortasında kocaman bayırlar, şehrin kaosunun yanında parkın yaydığı dinginlik… 
İlk metro deneyimleri, olayı kafamızda hemen çözüyoruz. Trafik derdi olmadan uptown'dan downtown'a geçmenin rahatlığı. İlk evvela Grand Zero – ikizlerin çöktüğü bölge, arkasından Brooklyn köprüsü üzerinden hoş bir yürüyüş ve down town’a kuş bakışı. Yıllardır hayalini kurduğum tüm dünyanın tartışmasız başkenti bütün heybetiyle işte karşımda. Akşam karıcıkla Brooklyn köprüsünün yanı dibindeki River Cafe’yi keşfediyoruz. Şehir parliament lacivertine bürünürken, Down town, Hudson nehrinin karşısından bizi pırıl pırıl selamlıyor. Brooklyn köprüsü rengarenk. Şehrin geceye girişi tek kelimeyle nefes kesici, ama panaromada "ikizlerin" eksikliği fark ediliyor.








7 Ağustos Pazartesi Newyork: NY’da boğucu bir sıcaklık var. Sabahtan Özgürlük heykeline gidiyoruz – arkasından Wall Street – NY borsasının karşısında hafif çiseleyen bir yağmur altında sigara tüttürmek güzel – sonrasında little italy ve china town. Bu arada metroya artı bir parantez açmak lazım. Burası, kesinlikle şehrin kosmopolitanlığının en iyi gözlemlendiği yer. Zenci hiphopçular, Çinliler, Araplar, İtalyanlar, beyaz Amerikalılar ve biz…Dev bir "insanat bahçesi"  Otelde biraz dinlendikten sonra ana atraksiyona geliyoruz – Broadway’de Phantom of the Opera – hem de balkonun en ön sırasından… Gerçekten sahnesiyle, cast'ıyla, efektleriyle, süprizleriyle çok görkemli bir yapıt, iyiki gelmişiz. Müzikal çıkışı Time square’in şenlikli cıvıl cıvıl kalabalığına karışmak...NY’a veda…








8 Ağustos Salı Las Vegas: Bugün Elif ile yollarımız ayrılıyor. Tatlı karıcık Gary ile buluşmaya Virginia'ya gidiyor, ben de Grand Canyon rotası için Las Vegas’a uçuyorum. Her ne kadar Gary “Merak etme ben seri katil değilim, 60 yaşında bir ihtiyarım” dese bile içim huzursuz – ben napıyorum , kıymetlimi kimlere emanet ediyorum !!! Neyse, Las Vegas’a vardığımda Elif’in telefondan gelen keyifli sesi içimdeki tüm huzursuzlukları dağıtıyor. 
Vegas'ta Stratosphere tower'da kalacağım. Burası, şehrin en yüksek kulesini de içinde barındıran dev bir kumar ve eğlence kompleksi. Saat 16.00 gibi Las Vegas’ı gezmeye başlıyorum. İki milyar dolara, yani ufak bir Afrika ülkesinin bir yıllık gelirine denk bir tutara inşaa edilmiş Hotel Venetian çok etkileyici – tüm San Marco meydanı bire bir kopya edilebilir mi - ediliyormuş – Ceaser’s Palace insanın yaratabileceği şatafatın en üst mertebesi…İnsanlara kumar oynatmak adına hiç bir şeyden kaçınılmamış. Nerdeyse tuvalette bile kumar makineleri var. Üzerinde Corvette asılı makinelerde, "3 patlıcanı" bulursan arabayı hemen alıp gidiyorsun. Ben ise bir tam gün boyunca sadece 10 dolarlık oyun oynayarak, tüm Vegas ruhuna "ihanet" ediyorum.
Las Vegas'ın büyüsü benim için, 300 metrelik Stratosphere kulesinin açık hava terasından şehrin gecesine girerken başlıyor – Las Vegas...çöl ortasında ışıl ışıl yanan dev bir Babil kulesi... 
veee çok önceden hayal edilen şey gerçek oluyor – kulenin tepesindeki ikinci bir kuleden big shoot… tersine Bungy jumping !!! Tanrım, ben napıyorum derken booomm!!! saliseler içinde big shoot’un 60 metre tepesindeyim  Böyle bir adrenalin olabilir mi - neredeyse altıma ediyorum – ama yaptığıma asla pişman değilim. Vegas, tüm ışıltısıyla bir kaç saniyeliğine ayaklarımın altında, inanılmaz bir his... Gece rent office’e stresle girip mutlulukla dönüyorum. Artık son model 210 beygirlik bir FORD EXPLORER’ım var.

Not: Las Vegas hafta sonu çok pahalı, ama hafta içi sudan ucuz... Hafta içi 48 dolara kalıyorum.
Not-2: Amerika'da araç kiralamk sudan ucuz. Ford Explorer'ı günlüğü 42 dolardan kiralıyorum






9 Ağustos Çarşamba Monument Valley: GERÇEK MACERA BAŞLIYOR. HEDEF MONUMENT VALLEY, NAVAJO MEMLEKETİ. Amerika'da ilk sürüş deneyimleri. Şehri terk edene dek diken üstündeyim, ancak uzun yola çıkınca keyfim yerine geliyor.. 
Elimde internetteki harita sitesi mapquest’ten çıkardığım sayfalar dolusu haritalar, tam 450 mil gidip, öğle üzeri hayallerimin mabedine varıyorum. Tanrım, Alice harikalar diyarındayım, Monument valley'deyim.…Vadinin tamamına hakim olan bir tepeden sevgili "üç monument’imi" kucaklıyorum. Issız çölün ortasında o kadar heybetle yükseliyorlar ki... Öğleden sonra vadi içindeki 17 millik toprak parkura sevgili Explorer’ımla dalış. Hele hele ilerleyen saatlerde herkes parkurdan elini eteğini çekince, gün batımına doğru tüm vadi bana kalıyor. 
Parkura doyamıyorum, tur üzerine tur atıyorum. Kah girilmesi yasak yollarda Explorer'ın offroad kabiliyetlerini zorluyorum, kah arabayı bırakıp uzun uzun yürüyorum. Şimdiye kadar bildiğim her şeyi ters yüz eden çok tuhaf bir coğrafya... Vahşi...haşin... güneş aşağıya meylettikçe garipleşen ışık oyunları. Gerçekten müthiş. Gün batıyor, artık vadi tamamen boşalmış, aracımın üstüne bağdaş kurmuş alacakaranlığı kucaklıyorum. sanki dünyadan binlerce ışık yılı uzakta başka bir gezegenin derin ıssızlığında tek başınayım. Yolculuğun zirvesindeyim… 
Gece vadi girişindeki camping’de araba içinde uyku tulumunda kalıyorum… Gözlerimi karanlığa dikmişken kendi kendime mırıldanıyorum.  “Ben nerdeyim…ve napıyorum…”







10 Ağustos Perşembe Grand Canyon: Gün doğarken trekkinge başlıyorum. “Esas oğlan” monument’in çevresinden sekiz millik bir yürüyüş. Sabah serinliği ve zindeliği…Taşlarla işaretli bir keçi yolundan ilerlemek. Çorak toprakların ortasında yükselen "tek bir ağacın" gölgesinde sabah ayini. Sessizliiiik... Issızlıııııık... İçten dışa doğru parlamaya başlamak… Akıldan yüreğe doğru bir yolculuk…Tanrım, hep bu anda kalmak, buraya ait olmak istiyorum… Gönül gözlerim ardına dek açılıyor. Yolculuğun ikinci göz kamaştırıcı zirvesi. Sessiz ayinim bittiğinde kamp alanına geri dönüyorum – artık maddedeyim – “vadiye doğru harika bir kahvaltı” 
Saat 11.00 gibi Grand Canyon’a doğru yola çıkıyorum. 200 mil giderek öğleden sonra yolculuğun başlangıç amacına varmak. Desert view yolunda scenic drive’larda kanyonla ilk tanışmalar.  Grand canyon village’e gelince önce rutin işler çözülüyor, aylardır internetten araştırdığım Mother camping’de yerimi buluyorum, iki gün sonrasının rafting programını telefonla hallediyorum. Sonra da South rim’e giderek insanların kümeleştiği seyretme noktalarının uzağında uçurumun başındaki bir dost kayanın üstüne kuruluyorum…Grand Canyon’da gün batımı…Kanyonun sarıdan kahverengiye, pembeden mora yüzlerce tondan oluşan bir renk cümbüşüne girmesi…
Ben de yüreğimde aynı cümbüşü yaşıyorum. Doğanın azameti karşısında, küçüklüğümün ayırdına varıyorum. Bir cılız Colorado nehri, elinde iğne kuyu kazarcasına nasıl milyonlarca yılda böylesine devasal bir kanyon oyabilir…Gece sevgili arabamın bagajında oturmuş süpermarket yemeğimi yeyip, sigaramı tüttürerek keyif yapıyorum. Bu gece de arabada geçiyor…





11 Ağustos Cuma Grand Canyon: Gün doğarken dünkü "kaya" üzerinde Kanyon'un derinliklerine gülümseyerek alçakgönüllü bir kahvaltı…Sonrasında Bright Angel trek rotasından aşağıya doğru kendimi salıyorum. Kanyonun derinliği tam 2000 metre…Elimde İstanbul ofisten print ettiğim trek rota bilgileri, "ben neredeyim" nidalarıyla dar bir keçi patikasından inmeye başlıyorum. Yolda sincaplar bana eşlik ediyor. Hava da sıcak değil… Her şey yolunda. Tam 20 millik bir yürüyüş. 10 mil aşağı , 10 mil yukarı…700 metre derine kadar iniyorum…Yukarı çıkarken bir anda patlayıveren bir fırtınaya yakalanmak. Kara kara bulutlar, şimşekler, yıldırımlar. Korunaklı bir kaya oyuğuna sığınmak, fırtınaya dokunmak...fırtınayı sevmek... Saatler sonra tekrar yukarıdayım. Ne yorucu, ama ne güzel. Hedef, akşam gün batışını seyrettikten sonra Peech Springs’e, raft başlangıç noktasına gitmek, ancak fırtına planlarımı öne almama neden oluyor. Gün batımını beklemeden yollara düşüyorum. 
Meşhur Route 66…Issız topraklardan geçen bomboş yolda yağmur eşliğinde ilerlemek. Fırtınanın karamsarlığı bir anda yerini duygu patlamalarına bırakıyor. Arabayı yana çekiyorum, CD player’a Pink Floyd More’u takıyorum, yağmura çıkıyorum, sigaramı yakıyorum ve "sanki kutsanıyorum". Bir anda tüm boyutlar karışıyor, ruhum başka alemlerde gezinmeye çıkıyor. Fırtınanın ve ıssızlığın ortasında bir başıma ayakta dikilmiş... gülümseyen... şükreden... anın sonsuzluğunda kaybolmuş...
Akşama doğru Peech Springs’e vardığımda güneş kendini gösteriyor. Aman tanrım, bir anda tam önümde bir "çifte" gök kuşağı belirmesin mi…Elimle tutacakmışım gibi yakın...canlı... "Sanki bana gönderilmiş bir hediye..."
Burası,Hualapi kızılderilerinin merkezi, ama sadece bir otel ve birkaç salaş baraka… Las Vegas'ın ihtişamının hemen yanı dibinde, bu kızılderiler böylesine zavallı mı yaşamak zorundalar…       




       
12 Ağustos  Cumartesi Grand Canyon & Las Vegas: Olacak iş mi… Fırtına sebebiyle rafting iptal oluyor. Denilene göre bu sene ertelenen ilk rafting turuymuş. Kısmet, naapalım. Las Vegas’a doğru geri dönüşe başlıyorum. 
Otoyolda ilerlerken West Rim’e doğru sapan toprak bir yol görmeyeyim mi… Doğaçlamayla aniden direksiyonu toprak yola kırıyorum. Burada hız limiti yok… Explorer’ı son sürat koşturmak, aracın gemlerini bırakmak…müthiş bir his…Millerce ileride, bomboşluğun ortasında arabayı durdurup Dire Straits’i açmak…Dünkü duygu dorukları geri geliyor, ancak bu sefer melankoli yerine coşku doluyum. Sonra ufka doğru yürümeye başlamak...Çorak topraklarda yalnız başına duran bir ağacın dibine çömelip gülümsemek de gülümsemek… Sabah ki hayal kırıklığından artık eser kalmamış vaziyette, ağzına kadar mutluluk doluyorum. Arkasından arabayı iyice yoldan çıkarıp offroad’a vurmak... temkinsiz olmak...anda olmak... herşeyle bağlarını koparmak...Çok iyi hissediyorum... 
Las Vegas’a dönüş yolunda meşhur Hoover barajında son mola. Bu arada günler sonra kapsama alanına tekrar giriyorum. Elif‘le nihayet konuşabiliyoruz. Sesi harika geliyor. Her şey mükemmel geçiyormuş. Bir anda kuşlar gibi hafifliyorum. Kızım sağlıklı ve keyifli… Öğlen saat 14.00 gibi Las Vegas’tayım. Las Vegas’a ilk indiğim andaki gibi karamsar değil, son derece zinde ve enerji doluyum. "Anıt" otellerin neredeyse tamamını geziyorum. Newyork oteli - özgürlük heykeli ve Brooklyn köprüsüyle Manhattan down town’ın bir kopyası, Hotel Paris – ½ ölçeğindeki Eyfel kulesi, Arc de Trimph ve içine serpiştirilmiş tepesinde mavi gök olan Parisyen sokaklarıyla minyatür bir Paris, Mirage – beyaz kaplanı ve yanardağı, Bellignio ve dev havuzundaki harika su oyunları…Gün batımını Eyfel kulesinin tepesinden yapıyorum, Bellignio’nun su ve ışık gösterisini tepeden izlemek ve şehrin alacakaranlığa girmesini son kez görmek… Artık gitme zamanı. Sevgili aracımı teslim edip, gece otobüsüyle LA’e geçeceğim. Kalabalık araç parkındaysa bir anda BOK oluyorum. Aracım yoook… Elim ayağım boşalıyor. 45 dakika kesik başlı horozlar gibi oraya buraya koşturuyorum – “arabayı çaldırdık lan” diye dövünürken, arabayı hemen burnumun dibinde bulmayayım mı!!! Offf yaaa.. bir daha neyi nereye bıraktığımı üç kez kontrol edecem. Aracımın başında son bir keyif sigarası – Explorer, yaşattıklarından dolayı teşekkürler… 
Amerika’da bir otobüs yolculuğu yaşayacağım demiştim – demez olaydım. Las Vegas otobüs terminalinde sudan çıkmış balığa dönüyorum. Rezaaleet. Amerika’da uçak birinci sınıfsa, otobüs beşinci sınıf bile değil… Terminaldakiler,  arkamdaki zavallı Fransız turistlere “uçağa binmeye benzemiyor değil mi” diye kafa yapıyorlar. Sabaha karşı LA’e varıyorum.




13 Ağustos Pazar Los Angeles: Yorgunum, bitkinim, hiç Los Angeles down town’ı gezecek mood’da değilim. Doğru otele. Bir uyku çekiyorum, kendime geliyorum. Bugün, büyük gün. Elif geliyor. 
Tüm günü Santa Monica Manhatten beach’te geçiriyorum. Sevgili Pasifik okyanusuna ilk merhaba. Uçsuz bucaksız kumsallar. Kendimi okyanusa atıyorum. Koca koca dalgalarda body surfing…kaç zamandır bunu yapmayı düşlüyordum. Tanrım, evimden en uzak noktadayım…Aynı 92’de Side kumsalında, günlük hayat karmaşasına girmeden evvelki son gün kıvamında geçiyor zaman… Yine yalnızım, ülkeye döndüğüm zaman büyük koşturmacalar beni bekliyor – AMA ben buradayım, kendimle baş başayım, hemen okyanusun yanı başında umarsızca güneşleniyorum. İleride mutlulukla hatırlayacağım anlar… Akşama doğru kumsalda uzun yürüyüşler, Hensel ve Gretel masallarının fırlama sıra sıra harika evler, her bir evde ayrı ayrı seyrettiğim ilginç yaşam kesitleri… Hava kararırken otele dönüyorum. Otel dibindeki rent a carcılardan baba pazarlıkla en alt sınıf araba fiyatına 211 beygirlik lüks bir Chevrolet Impala kiralıyorum veee Elif’i karşılamaya gidiyorum. 
KAVUŞMA ANI – ÇOK DEĞERLİ – KIZIM TEK PARÇA OLARAK GELDİ – çok mutluyum. Elif arabaya şok geçiriyor. Tüm bir gece Virginya hikayelerini dinliyorum.
14 Ağustos Pazartesi Los Angeles: Sabahtan Universal stüdyolarına gidiyoruz. Elimde mapquest, yeri kolayca buluyoruz. King Konglu, Jaws’lı, depremli, war of the worlds’un film platosundan geçen trenli stüdyo turu, terminatör, jurassic park (En güzeli – botumuzla dev dinazorlar arasından süzülerek çok diplerdeki bir havuza hızla düşüyoruz – Elif çığlık çığlığa) back to the future roller coster'leri (bu da çok güzel, meşhur arabaya binip önce geleceğe, sonra geçmişe yolculuk, o kadar gerçek ki, Elif gözlerini kapatıp kendini çimdikliyor) water world gösterisi. Öğleden sonra Hollywood, walk of fame, Beverly Hills – sonra da internette saatlarca incelediğimiz okyanus kenarındaki Santa Monica…




15 Ağustos Salı Los Angeles: Bugün de Disneyland günü. Onlarca atraksiyon, ama tek bir gün var. Gelmeden önce internet forumlarından reytingi en yüksek aktiviteleri seçmiştim. Sadece onların peşine düşüyoruz. Space mountain – yıldızlı dehlizlerde uçarak kayan bir roller coaster, uzayda ölüm gezegeni üzerinde yıldız savaşları, koca bir jeep üstünde indiana jones dünyası, karayip korsanları – keşke çocuklar da bizle olsaydı. Bugün Venice beach’teyiz. Gün batımını ahalinin takıldığı bir beach bar’da yapıyoruz. Elif’le gülümsüyoruz – buradayız ha… Sonra bir İtalyan lokantasında keyifli akşam yemeği…





16 Ağustos Çarşamba A1 karayolu: Los Angeles’tan bugün ayrılıyoruz. Hedef, Okyanus kenarından kıvrılı kıvrıla ilerleyen dillere destan A1 karayolu üzerinden San Fransisco’ya kadar uzanmak. Santa Monica’ya veda. Araba harika, keyfimiz yerinde. Ancak Ventura girişinde yolu şaşırıp bir saate yakın zaman kaybetmek beni çıldırtıyor. Öğleden sonra A1 karayolu tekrar denize varıyor ve çevre ıssızlaşmaya başlıyor. Her yarım saatte bir, deniz kenarında durup soluklanıyoruz. Zaman geçtikçe medeniyet geride kalmaya, doğa bakirleşmeye başlıyor. Dağlara çıkıyor, iniyoruz. yol bomboş, yol bizim… Yüksek tepelerin koynundan sonsuz Pasifiğe bakmak fantastik...Meşhur Point Sur’a varıyoruz. Vahşi denizle yeşil bayırların birleştiği tepe ve üstündeki ıssız fener ruhumu dalgalandırıyor. Ama günün finali, güneşin batışını A1’in simgesi olan, sarp kayalıklar üzerine kurulu Bigsy köprüsünden yapmak oluyor. Nefes kesici… San Fransisco’ya varmadan bugünü Monterey’de geçireceğiz. 350 mil yapmışız, yorgunuz, rezervasyonumuz yok, şehir çok dolu ve pahalı. Bir saat bunalıyoruz. Sonrasında da harika bir otel bulup ferahlıyoruz. Yemekler de odaya geliyor. Oh ne ala, keyifler tıkırında…







17 Ağustos Perşembe San Francisco: Şansımıza Monterey’de bir eski araçlar açık artırması var. Bir saat keyifle arabaları seyrediyoruz. Sonra ver elini San Francisco. Yolda sapsarı bir bayırın yanında duruyorum. Daracık bir keçi yolu beni on dakikalık bir yürüyüşten sonra okyanusun kenarındaki kayalıkların dibine getiriyor. Pasifik, sarı bayırlar, kayalıklar ve yalnızlık…
Öğlen San Fransisco’ya varıyoruz. LA’ın nemrutluğundan ve kibirinden sonra burası o kadar sıcak kanlı ki…Sanki Akdeniz'e geri döndük. Kolaylıkla oteli bulup, yerleşiyoruz. Fishermans wharf, şeker bir yemek, etrafta gezinmek, yemyeşil, hoş bir park, ileride Alcatraz, bu arada "bizim" köprü sisler altında, arabayla down town, şehrin ünlü yokuşları. Elif otelde dinlenirken kendimi sokaklara vuruyorum. Bir street cafe’de biramı yudumlarken “sona yaklaşıyoruz, ha” yorumları ve final anını yakınında hissetmek. Gece balıkçı halinde yine bir İtalyan lokantası (yeter ulaaan , bu kaçıncı) Sonrasında şehri baştan başa arabayla turluyoruz. Çok keyifli…





18 Ağustos Cuma San Francisco: Sabah Golden Gate köprüsü. Köprüye yakın hoş bir cafe’de çay…Sonra şansımız yaver gidiyor. Arabayla taa köprünün dibine kadar geliyorum. Görüntü nefes kesici. O da ne, köprünün üzerinde yürünebiliyor… Keyifle köprü ayaklarına dek gidiyorum. Şehir kurşuni renklere bürünmüş. Sonrasında sıra Cable car’a geliyor. Yarım saat kuyruk bekledikten sonra o tatlı tramvay’la yokuşları inip, çıkmak, bunu yaparken de önerilen şekilde hep dışarılara sarkmak harika bir his… Down town’a varıp etrafta turlamak, yemek içmek, sonradan da başlangıç noktamıza, balıkçı haline dönmek… Arkasından arabaya atlayıp bu sefer de cable car’ın peşinden yokuşlarda arabayla hoplayıp zıplamak…Tüm şehrin çevresinde turlayıp yine Alcatraz’ın önündeki parkımıza geliyoruz. Artık maceranın sonuna yaklaştığımızın farkındayız. Son yarım saat, sisler içinde köprü, Alcatraz, son sigaralar, bitiyor haa… Havaalanına doğru yola çıkıyoruz, arabacığımızı teslim ediyoruz ve gece uçağıyla her şeyin başladığı noktaya yollanıyoruz.







19 Ağustos Cumartesi Kennedy havaalanı: Sabah yine Newyork’tayız. Bir terminalden diğerine geçerken pasaportların ve her şeyimizin olduğu sırt çantasını bagaj beklemede unutmayalım mı. Stresten elimiz, ayağımız boşalıyor. Off, neyseki buluyoruz. Bugün planımız bavulları emanete bırakıp, Newyork’ta birkaç saat zaman geçirmekti. Ancak emanetteki Pakistanlıyla kavga edip bu programdan vazgeçiyoruz. Zamanımızı havaalanında geçirip, öğleden sonra Frankfurt’a uçuyoruz. Cumartesi sabah gibi Frankfurt’a varıyoruz. Üç saat bekledikten sonra da uçakla sevgili İstanbul’umuza dönüyoruz.

AMERİKA’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ: 

Bana Amerika'da en çarpıcı gelen şey, sadece yüz kilometre dışında zavallı kızılderiler derme çatma barakalardan oluşma ufacık kasabalarda yaşarken, Las Vegas’ın üzerine kurulduğu önüne geçilmez şatafat ve kibirdi… Burası insanoğlunun (ya da amerikanoğlunun) kendi egosuyla şişim şişim şişindiği ikinci bir Babil olmuş… Kadim medeniyetler geçmiş zamanlarda yüce tapınaklar yaparak Tanrının ilgisine mazhar olmayı, başka bir deyişle Tanrıya "dokunmayı" amaçlarmış. Babil-Vegas ise, o eşsiz tapınakların tüm mükemmel taklitlerini kendinde biriktiriyor. Ancak “Vegas’ın replika tapınakları”  en kutsal köşelerine Tanrı kavramı yerine, "oyun makinelerini" yerleştirmeyi daha uygun görüyor artık. Vegas'ın kayıp ruhları ise, yemeden-içmeden-uyumadan 24 saat oyun makinelerinin başında, tanrılaştırdıkları kendi egolarını beslemekle meşguller. Babil kulelerini dikerek Tanrıya ulaşmaya çalışan ve kendi zavallı mevcudiyetini Tanrıyla denk tutmayı arzulayan geçmiş medeniyetlerin çağdaş bir yorumunu içim burkularak izledim Las Vegas’ta… Ancak bir gün sonra Monument Valley’e gittiğimde, milyonlarca yıldır ayakta duran o muhteşem doğal güzelliklerin önünde Vegas’ın kuleleri kağıttan kof kaplanlar gibi gözüktü gözüme… Monument Valley’in ıssızlığında yaptığım gönül yolculuğumda kalbime tek bir deyiş takıldı. “ Kibrini yen !”  Ve bu deyiş Amerika seyahatinin ve 2006’nın tamamının sloganı oldu.

Yorumlar

  1. Merhaba, las vegas ile monement valley arası çok mesafe var mı ? Günün birlik monment valleyi gezebilirmiyim. Bir de o yol çok ıssız mı ? Ayrıca o ylda fazla benzin istasyonu yok diyiyorlar tecrübleriniz ışığında yardımcı olabilirmisiniz

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km