Everest'e dokunmak-1 & Tibet




Büyük Tibet + Nepal + Hindistan seferi. Hayatımın en ilginç seyahatlerinden biri. Birbirini pek tanımayan üç farklı dünya bu macerada buluşuyor. Birimiz, maceracı, outdoorcu, pratik çözümlemeleriyle madde aleminin kralı, diğerimiz maneviyatçı, içlek ve aynı zamanda diplomat... En ortalarında da ben, bir elim maddede, diğer elim nasipse maneviyatta... Herkes havaalanında tanışacak. Tam bir hangover filmi senaryosu...  Neredeyse 4 aylık bir hazırlık dönemi, rota, konaklama, bin bir komplikasyon... Diplomatik pasaportunun sökmediği tek ülke Tibet... Özel izinler, permitler ve işte havaalanındayız. Çılgın bir yirmi gün bizi bekliyor.

1 Mayıs Perşembe: Sabah Katmandu’ya iniyoruz. Çabuk kaynaştık gibi. Bugün hayli karmaşık. Pasaportlar Çin konsolosluğuna gidecek, permitler çıkacak, diplomatik izin karmaşası çözülecek. Otelimiz kalabalık alışveriş muhiti Thamel'in tam göbeğinde. Eşyalarımızı odalarımıza fırlatır fırlatmaz hemen kendimizi Durbar meydanına atıyoruz. Otelden sadece yarım saatlik yürüyüş mesafesi. Durbar, Katmandu’nun kalbi. Burası 68 hippi kuşağının Avrupadan külüstür çiçek otobüslere binip haftalarca yolculuk ettikten sonra ulaştıkları nihai varış noktası.  Tantrik kama sutrayla bezenmiş tapınaklar günümüz amelelerini eğlendiriyor belki ama bizi derinlemesine düşündürüyor.  Hava sıcak ve nemli, ilk gün alışıncaya dek canımız çıkıyor. Acentadan gelen çapraşık mesajlar da bizi yoruyor. Neyse ki akşam, vizeleri, permitleri ve Tibet programının teyidini alınca rahatlıyoruz. Lonely planet’ten de top choice olarak Thamel’in bağrında güzel bir roof lokantası bulunca da keyfimiz yerine geliyor. Falafel ve birayla maceranın ilk gününü kutluyoruz. 







2 Mayıs Cuma: Sabah erkenden Swayambhunath maymun tapınağı, Katmandu’ya yukardan bakış, yağmurlu yumuşak bir havada etrafa yayılan om mani padme hum ezgileri.  Arkasından Pashupatinath Hindu tapınağında ölü yakma merasimi. Ancak dün geldiğimizden beri ilk kez Katmandu’ya Bodhanth tapınağında dokunuyoruz. Kocaman bembeyaz bir kubbe, Buda’nın her yöne bakan derin mavi gözleri, havanın bir açıp bir kapamasıyla renkten renge giren tapınak ve çevresinde budist kalabalıkların saat yönünde döndüğü kutsal haç çemberi. Öğlen yemeğini tapınağa tepeden bakan bir roof'tan yiyoruz ve buraya aşık oluyoruz. Tibetten döndüğümüzde bir gece burada kalmaya karar veriyoruz. Kendime ayırdığım ilk serbest zaman, ilk müzik, Seal Crazy, ara sokaklar, tıkış kakış Thamel’in kargaşası arkada kalmış, gani gani huzur... Akşam Durbar’a yukarıdan bakan bir lokanta... Işıl ışıl bir meydan beklentisi bozguna uğruyor. Bu Nepalliler turizmden hiç anlamıyor. Güzelim meydan aydınlatılmamış, tüm şehir dev bir gecekondu mahallesi, daracık sokaklar, üstüne üstüne gelen motorlar, kaos, kaooss... Neyseki Nepalliler bunla barışık ve bize hayatı zehir etmiyorlar. Buraları kısa kesip sığınağımıza, dünkü lokantamıza, sevgili Falafellerimize koşuyoruz. Dönüş yolunda aniden elektrik kesintisiyle zifir karanlığa bürünen sokaklar, kendine yol açmaya çalışan araçların arkadan vuran ışıklarında sihirlenen insan siluetleri, elimizde fenerler… Her şey bir anda tılsımlanıyor, içimdeki bulutlar dağılıyor, yüzüm gülmeye başlıyor.

Otel: Eco Resort,Thamel. Gayet iyi ve temiz, Thamel alışveriş bölgesinin merkezinde.. Lokanta: OR2K, lonely planet top choice..Farafel ve Everest beer harika....


3 Mayıs Cumartesi: Gerçek macera asıl şimdi...Öğlen Lhasa’ya uçuyoruz. Yuppiii, sorunsuz bir şekilde içeriye giriyoruz. İşte Tibet’teyiz. Pırıl pırıl, ama kuru soğuk bir hava...ve tabiiki dağlar bizi karşılamaya gelmiş. Alp’le sevinç dansları. Kadromuz şöyle, koca bir minibüs, Tibetli rehber bacımız, şöför ve Çinli ajan kızımız Lee! Evet Çin devleti bize göz kulak olmak için başımıza bir ajan salmış. Bir saatlik bir yolculuktan sonra Lhasa’ya varıyoruz. Artık 3600 metre irtifadayız. Allah Allah! Katmandu’dan sonra İsviçre’ye mi geldik ne! Geniş bulvarlar, etfafta fink adan koca koca Land cruiserler, modern binalar, ışıklı dijital panolar, her taraf tertemiz, bal dök yala...Otelimiz otantik, üçümüz aynı odadayız. Gece çok fena oluyorum. Müthiş baş ağrısı, çağlayan gibi kusuyorum. Alp’çim kıçımı başımı topluyor, sağolsun. Çok da endişeleniyor, altitude sikkness mi, geri dönmemiz gerekecek mi diye... Neyseki kustukça rahatlıyorum, sabah da bomba gibi kalkıyorum.


4 Mayıs Pazar: Sabah hayallerimin en güzel bahçesindeyim. Potala sarayındayım. Bir dağın zirvesindeki bin odalı dev kartal yuvası, geçen yüzyıla dek tüm dünyanın en büyük yapısı, sözlükte “heybetin” tanımı... 3600 metre bana mısın demiyor, Enigma’yı kulağa takınca dik merdivenlerden yukarıya koşar adım çıkıyorum. İşte burdayım. Nefis. Tam düşlediğim gibi. Tibette 7 Yıl filminin tüm buğulu Potala görüntüleri gözümün önümden akıp gidiyor. Sonrasındaysa üstüme hüzün çöküyor. Ne büyük bir haksızlık. Dalay Lama neredeyse 60 yıldır sürgünde, ama biz burdayız, onun evindeyiz. Tibetli rehberimizle Tibet’i konuşurken, çekingence Çinli ajanımızı işaret ediyor ve ekliyor “bunları daha sonra ondan uzakta konuşalım!” Giderek bildiklerimin çok ötesinde garip, yasaklanmış, mühürlü bir dünyada olduğumun daha çok farkına varmaya başlıyorum. Öğlen hoş bir yemekten sonra Drepung manastırı. Tüm yolculuğa damgasını vuracak olan müziğim ilk kez burada beni damarlarımdan yakalıyor. “Another earth; first time I saw Jupiter eşittir bin volt enerji”...Transa geçmek...Gruptan ve herşeyden kopup manastırın içinde kaybolmak. Sanki yürümüyorum, havada süzülüyorum. Manastırın bahçesinden sarp kayalıklara ayaklarımı sarkıtıp hem manastıra, hem de yedi kilometre ötedeki Lhasa’ya dalıp gitmek. Akşam şehrin kalbi olan Barkhor meydanındayız. Evet gerçek Tibetliler işte burdalar. Tibet’in her tarafından kopup gelmişler ve meydanda saat yönünde hac yürüyüşlerini ve çok zor olan yere kapanmalı ibadetlerini yapıyorlar. Binlerce insanla, sessizlik içinde aynı yönde akıp gitmek...







5 Mayıs Pazartesi: Sabah rehberimizle beraber Tibetin en kutsal yeri sayılan, Jokhang tapınağındayız. Potala Tibet’in politik merkezi iken, burası da Buda’nın kalbi sayılıyor. Tapınak, Barkhor meydanının tam merkezinde... Tibetliler sabah erken saatlerden akşama kadar saatlarce ellerinde dua çarklarını çevirerek meydanı tavaf ediyorlar, tapınağın önünde içeri girmek için sessiz kuyruklar oluşturuyorlar. Biz de onlarla içeriye akıyoruz. Girer girmez, çok yoğun bir mistizm yüzümüze yüzümüze geliyor. Kutsal emanetler, Nirvana’ya ulaşmışken dünyaya yardım için dönen Boddvistaların sarı sarı parlayan heykelleri, (Dalay Lama’da en ünlü bodavistalardan birinin 14. Reenkarnasyonu),  kesif bir yak yağı kokusu, mum ışıklarının aydınlattığı çoook geçmişlerden gelen bir atmosfer ve o sevgili Tibetliler. Hepsinin yüzlerindeki teslimiyet ve adanmışlık, aklın mutlak boyunduruğuna girmiş tüm batı ekollerine o kadar aykırı ki... Herşeye sahip olup da hiçbir şey feda edemeyen bizlerin kapalı olan Buda gözlerini açmaya çalışıyor gibiler. Ben de buralara “teslim olmaya” gelmedim mi!  Dünyanın maddeye mesafeli, aza kanaat getiren ve bu yoğunlukta maneviyatta yaşayan bir ulustan aslında öğreneceği ne çok şey var... Ama ne yazık ki yok oluyorlar...Belki 10 sene sonra çoğunu görmeyeceğiz, görebildiklerimiz de ellerinde Samsung Galaxy’lerle oynaşıyor olacaklar...Çünkü Çin sistematik olarak geliyor.  Dev havaalanları, Lhasa’yı Çin atardamarlarına bağlayacak inşaa halindeki hızlı tren hatları, yeni organize ticaret bölgeleri, yükselen gökdelenler, şaşalı shopping mall’lar, geniş bulvarlar, giderek gerçek Tibet’lileri Barkhor bölgesinin içine içine sürüyor. Bu bölge Tibetlilerin geçmiş isyanlarına sahne olduğu için çelikten bir kıskaca alınmış vaziyette. Her yüz metrede bir, X-raylı kontrol noktaları, polis karakolları, saat yönünün aksine yürüyen küstak kolluk kuvvetleri, Jokhang tapınağının tam önünde dev bir askeriye, çatısında bağıra çağıra kung fu eğitimi yapan çinli askerler...Sokaklarda pahalı SUV’larla gezenlerin neredeyse hepsi Çinli bürokrat ya da üst düzey yöneticiler. Tibetlilerin pasaport almasına bile izin verilmiyor. Varolmak için Çince öğrenmek zorundalar. Verilen mesaj şu, “Tibetlilere Tibette yer yok !!!” İleride ancak turistik ya da folklorik bir figur olarak kalabilecek gibi duruyorlar.





Öğlen kendimizi free olarak Barkhorun arka sokaklarına atıyoruz. Müslüman mahallesi, sonrasında Shambala otelinin terası, ne garip biz de bir nevi Shambala’yı aramaya gelmedik mi. Hiç bulunamayan efsanevi ülke, yer altında mı, yer üstünde mi belli değil. Aslında hepimizin içinin içinde... uzaktan Potala ve dağlar. Kurtuluş da damarıma basıyor... “Çinliler ne güzel medeniyet getirmişler”. “Medeniyet getirme” kavramı seyahatin sonuna dek aramızda espri konusu oluyor. Çok iyi kaynaşıyoruz. Beraber olmak hepimize iyi geliyor.


Öğleden sonra rehberimizle meşhur Sera manastırına gidiyoruz. Burası Budist öğrencilerin doğruyu bulmak adına giriştikleri hararetli münazaralarla meşhur... El kol şaklatmalarla, müthiş jestlerle tartışıyorlar. Her an birisi diğerine girişebilir, arbede çıkabilir diye bekliyorsunuz. Ama ergen, her yerde ergen. Bazıları işi dalgaya vuruyorlar, öğretmenlerinden gizli kaynatıyorlar. 



Akşam meydanda otantik bir lokantada belkide yolculuğun en güzel yemeği... marine edilmiş koyun eti. Kurtuluş yanımızdaki Taylandlılara, “ben sizin kralınızı tanıyorum” der, yerlere yatarız. Sonrasında güneşi batırmaya Potala’ya gidiyoruz. Dalgasına arkasında oturmalı fayton-bisikletlere binip sokaklarda birbirimizle yarışıyoruz. Eveeettt... ilk gerçek mutluluk patlamaları Enigma’yla Potala karşısında, güneş arkadaki karlı dağlardan batarken gerçekleşiyor. Som lacivert gökyüzünde, pırıl pırıl parlayan bir Potala. Sanki dev bir mandala, kosmozun görüntüsünü sadece anlayanlara veren... dev bir anahtar... öbür tarafın kapısını açan... İyiki burdayız. Dönüş yolu. Potala’nın çevresi, dev ışıklı animeli reklam panolarıyla Las Vegas’ı hiç aratmıyor. Bunlar yakında Lhasa’ya ikinci Makao’yu (Las Vegas’ın şaşaalı Çin versiyonu; Makao özerk bölgesi) kurup, Potala’nın salonlarına rulet masaları da yerleştirilirse valla hiç şaşırmam. Gece bizimkilerden ayrılıp, Barkhor’un kılcal damarlarına dalıyorum. Tanrım, ikinci patlama... Daracık sokaklar, ufak dükkanlar, esnaf lokantaları, karanlıktan süzülen her küçük ışık parçasında süre gelen Tibet’lilerin hayatları, yak yağı kokuları... Kaybola kaybola, sonunda kendimi meydanda buluyorum. Harika bir gün. Lhasa faslı tamam, gerçek macera yarın başlıyor.

Otel: Dooh Gu. Barkhor meydanına bir kaç adım mesafe. Otantik, harika lokasyon. Çatıdan Potala ve dağlar. Yemek: Mantıya benzeyen Momo...


6 Mayıs Salı: Sabah erkenden yola koyuluyoruz. Lhasa’yı Katmandu’ya “dostluk” otobanı (friendship highway) bağlıyor. Ne ironik değil mi.  Temiz bir yol, neredeyse bomboş ve giderek yükseliyor. 4800 metrelik bir zirve geçidine vardığımızda inanılmaz bir manzara önümüzde patlayıveriyor. Hemen altımızda Tibetin dört kutsal gölünden birisi olan fantastik Yamdrok-Tso gölü. Karlı zirvelerin arasına sıkışmış, yılan gibi kıvrılan, bir tarafı mat çelik mavisi, diğer tarafı parlak turkuaz... Bulutlar “içimizden” şimşek hızıyla geçiyor. Hafif kar serpiştiriyor. Yavaştan anlamaya başlıyoruz. Dünyanın en uzak coğrafyalarından birindeyiz. Puslu, ıssız, vahşi, sert... Verdiğimiz ilk molada, aracımızı geride bırakıp, aşağıya doğru salıyorum kendimi. “Beni yoldan alırsınız!” Ne güzel, parlamalar arka arkaya geliyor. Yalnızlık benim ilacım.  Gölün kıyısına vardığımızda güneş açıyor. Renkler bir anda değişiyor, vahşilik yerini yumuşaklığa bırakıyor. Sahilde uzanıp keyiiiifff...Tamamıyle “andayım”. Yol gene tırmanıyor, bu sefer 5000 metreleri geçiyoruz. Kharola geçidindeyiz. Tam üstümüzde Kharola buzulu. Müthiş bir yer.  




Yamdrok-Tso gölü ve Kharola buzulu


İlk durak Gyantze ve meşhur Kumbum Stupa... Tibet mimarisinin aksine, buralarda sadece iki tane bulunan Babil kulemsi harika yapı... Yola devam. Shalu manastırı... Ortalıkta keşiş yok... nerde bunlar... Öğreniyoruz ki, son elli senede keşiş sayısı Çin’in zorlamalarıyla onda bire düşmüş. Tibet’i yoketmenin en kestirme yolu. Bugün son durak Shigatze. Şimdiye dek 400 kilometreye yakın yol yaptık. Bu akşam 4300 metredeyiz.   Güzel bir otelde kalıyoruz. Biz Alp’le double’dayız. Kurtuluş single’de. Amaniii, Kurtuluş’a king size suit vermişler. Odada parti yapıyoruz, yemeklerimizi pişiriyoruz, şamatalıyoruz, çok gerekliymiş gibi bol bol politika konuşuyoruz.  Bu arada Ajan-Lee tüm gün durmadan dibimde. “Aslansın, kaplansın, çok iyisin, yavvv bu arada siz niye Tibet’e geldiniz, bu kimin fikriydi, Çin hakkında ne düşünüyorsunuz...” Herhalde training’i böyle almışlar. 
Otel: Shigatze Manasover otel. Bol yıldızlı ve konforlu...


Gyantze Kumbum Stupa


7 Mayıs Çarşamba: Sabah Tashilhunpo monastry, Tibet’in ikinci önemli ruhani merkezi. Panchen Lama idaresinde. Panchen Lama’nın da aynı Dalay Lama gibi öldükten sonra reenkarnasyonları aranıyor. Dalay Lamaların reenkarnosyon- larının bulunmasında önemli rol oynuyorlar. Dalay Lama sürgün edildikten sonra, son seçilen Panchen Lama’yı Çinliler beğenmiyorlar. Onu Çin’e kaçırıp, yerine kendi istedikleri birini seçtiriyorlar. Bu yüzden son Panchen Lama halk arasında fazla makbul değil. Burası, çok büyük ve güzel bir manastır. Rengarenk. Yaşlı Lamalarla hoş beş oluyoruz, 28 metrelik altından dev Buda heykelini seyrediyoruz, içeride Lamalar chant ederken halkın arasına girip bağış yapıyoruz. Sonra yarı karanlık bir salonda oturma sıralarına çöküp ağır mistik havanın içine karışıyorum. Ruhuma çok iyi geliyor. Etrafta neredeyse dolanan tek Batılılar (biz Batılımıyız yaa!) biziz. 


      


Tashilhunpo manastırı - üstteki 3 resim



Tekrar yola koyulmak. Zorlu bir gün bizi bekliyor. Bugün asfaltın dışına taşacağız. Yolda mola... bir başıma çok güzel yürüyüşler. Tibet iyi geliyor hücrelerime. Phuntsoling manastırına giderken rehber ana yoldan ayrılan sapağı kaçırıyor, ben lonely planet’ten tarif alıp, minibüsü doğru yola sokuyorum iyi mi. Tibetliye Tibette yol gösteriyoruz. Bizimkiler Oha pes diyorlar. 8-10 kilometre kadar gittikten sonra, bizim minibüs delik deşik toprak yolda feryat figan etmeye başlıyor. Biz de Everest’e daha varmadan minibüsü parçalamamak adına geri dönmeye karar veriyoruz. Ancak minibüsü çevirirken tam da bir koyun sürüsünün ortasına düşüyoruz. Araçtan inip çobanlarla yarenlik, Alp’le beraber bağıra çağıra koyun sürüsü gütmece J, arkada haşin, puslu dağlar ve çorak Tibet platosu...Tam in the middle of nowhere! Yola devam. 




İkinci offroad manastırımız Sakye’ye kazasız belasız varıyoruz. Öğlen yemeği. Hiçliğin ortasında Kurtuluş’un ısmarladığı Tibet pizzasına gülümsüyoruz. Aaa, geç olmuş, manastır kapanmış. Olsun, aşağıda nehrin diğer kıyısında bir manastır daha var. Kurtuluş’la içeri giriyoruz. Bomboş, kimse yok, bu arada hava hızla bozuyor... Tam dönecekken bir mucize gerçekleşiyor. Karşı binanın kapısı açılıyor ve 60-70 budist öğrenci neşeyle, kadim münazara jestleriyle şakalaşarak, bordo-pembe cüppelerini sallandıra sallandıra içimizden akıp manastıra doğru giriyorlar.  Bizde arkalarından! Hepsi dini metin okuma dersine giriyorlar... Bizde arkalarından!  O kadar acayip ki. Derste yanlarına oturuyoruz. Tüm kafalar bize çevrili...Kimsenin bir şey dinlediği yok... Çok güzeller, kocaman kocaman gülüyorlar, el kol hareketleriyle konuşmaya çalışıyorlar...Herhalde uzun bir zaman bizi unutamayacaklar. Sonsuzluk anlardadır, bazı anlar hayat boyu tekrar gelmezler... Bizde işte tam “ordayız”. Dışarı çıkınca şaşkına dönüyoruz. Etraf bembeyaz, lapa lapa kar yağıyor. Ben yukarıdaki eski manastır harabelerine müzik eşliğinde tırmanıyorum. Offf sürrealin içindeyim, nerdeyim, kimim... kanatlanmış uçuyorum. Hava birazdan kararacak, daha konaklama noktamız, Shegar’a 200 kmden fazla yol var.







Tekrar yollardayız, tekrar tırmanıyoruz. Alacakaranlıkta 5000 metrelerdeki bir dağ geçidine geliyoruz. Her geçitte karşımıza çıkan beş renkli kutsal bayraklar üstümüzde ruzgardan çılgınca uçuşuyor. Nasıl yalnız, nasıl ıssııızzz...Verdiğimiz molada, bir anda hiçlikten insanlar beliriyor. Çadırlarından çıkıp gelen göçerler. Onlardan bayrak alıyoruz. Ne tuhaf buluşmalar! Bugünü sanki alıştığımız dünyamızdan ışıkyılları kadar uzak başka bir diyarda geçiriyoruz. Tekrar yola koyulmak. Artık zifiri karanlık ve hep beşbinlerdeyiz. Yol giderek bozuluyor, tek şeride düşüyor, yanlar uçurum ve koca bir kamyonla burun buruna gelip zınk diye duruyoruz.  Haydaaa...gece karanlıkta, 5000 metrede trafik polisliği... Aşağı inip, el kol hareketleriyle kamyonu geri çekeriz, kıl payı geçer, “oh” çekip yola devam ederiz. Ve nihayet gece 9.00 gibi Shegar’dayız. Bugün de 300 kilometreyi aşkın yol yaptık. Artık Himalaya’ların dibindeyiz. Dolu dolu gülümsüyorum. Ne gündü be!

Otel: Qomolangma hotel, Shegar. Temiz, asgari konfor...




8 Mayıs Perşembe: Yolculuğumuzun nihai hedefine, Everest’e çok yakınız artık. Defalarca kontrol noktalarından geçiyoruz, permitlerimiz didik didik ediliyor. Yahu Everest’e mi gidiyoruz, Çin merkez bankasının kasasınamı!  Neyseki her şey tamam! Zirveye doğru 65 kilometrelik tırmanışımız başlıyor. Her tarafımızda sekizbinlikler, dev nehir yatakları, dibimizden zıplaşan geyik sürüleri... Zorlu bir etap sonunda işte Rongbuk manastırındayız, arkasında da patlayıveren müthiş Everest... En yüksek olmasının yanında...tek kelimeyle hayatımda gördüğüm en muhteşem, en heybetli dağ... Buraları hiç aceleye getirmeyeceğiz. Dolu dolu iki gün geçireceğiz inşallah. Bir gece manastırın guesthouse’unda, diğer gece Everest base camp'a yakın göçebe çadırlarında kalacağız. Yükseklik 5200 metre. Buralarda dolanmak, beşbinlik geçitlerden arabayla geçmeye benzemiyor hiç. Oralara durmadan inip, çıktığınızdan yüksekliğin yarattığı sarhoşluğu hissetmiyorsunuz. Ama artık önümüzdeki 48 saat hep bu irtifalarda kalacağız. Hiç kolay değil. Oksijen seviyesi yüzde elli. Her iki nefes bir nefes sayılıyor. Rongbuk manastırı küçük ama çok güzel. Dünyanın en yüksek ve en “güzel manzaralı” manastırı...Ahalisi hem keşişlik, hem de Yak çobanlığı yapıyor. Sonrasında, Alp’le vuruyoruz yollara... Hava şansımıza pırıl pırıl, masmavi bir gök, zirvesinde beyaz bulutların köpür köpür köpürdediği görkemli Everest. Nefis bir manzara ve bu güzellikleri sadece biz yudumluyoruz. Everest’e Tibet tarafından ulaşmakla çok doğru bir iş yapmışız. Nepal tarafından Everest’e varmak için iki haftadan fazla “kalabalıklarla” tırmanmak gerekiyor. Varılan son noktada da parçalı bir Everest görüntüsü var. Halbuki Tibet tarafından, Everest’in sekiz kilometre yakınına dek arabayla gelinebiliyor ve en güzel manzaralar da burda... hem de kalabalıklarla değil, yalnız başına “ruhunu” dolduruyorsun. Çadır kampına kadar dört kilometre yürüyoruz. Dağ üstümüze üstümüze büyüyor da büyüyor. Deli bir manzara. Everest’in zirvesi Zeus’un evi gibi... şimşek hızıyla gökyüzüne dev bulutlar üfürüyor... Hiç orada olmak istemezdim doğrusu. Dönüş yolu. Kondisyonumuz gayet iyi. Guesthouse’da hiçbir yemeği beğenmeyince, Kurtuluş yarı karanlık mutfakta aşçılığa soyunuyor! Bana patatesli, yumurtalı, biberli harika bir yemek pişiriyor! Çok absürdüz yahu.

Müthiş bir güneş batışı, dağın renkten renge bürünmesi, pembeler, turuncular...Rongbuk manastırıyla dağın fantastik kardeşliği, ben farketmeden çevreme kümelenen bir Yak sürüsü. Aniden oturduğum yerde tam içlerinde kalmak... Hepsi dağa karşı sessiz heykellere dönüşüyorlar...Hareketsiz ve manzarayı tamamlayan... Kulağımda Peter Gabriel passion, çöllerden sonra dağlarda da iyi geliyor yüreğime. Karanlık çökerken manastıra giriyoruz, tapınakta mum ışığında yalnız başıma, “kendi içimde” alemlere akıyorum. Dışarıya çıkıyoruz, yakları ellerimizle besliyoruz. Bu arada gece bastırmış, Everest beyaz beyaz zifiri karanlığın içinde parlamakta...Günü bitirmek zamanı... Gece küçücük odada bir dakika için bile olsa gözlerime uyku girmiyor.   

konaklama: Rongbuk guesthouse... manastırın dibi... lokasyon mükemmel. fazla konfor beklemeyin...
Rongbuk manastırı veee... Everest

Rongbuk manastırı




Sevgili dipomota kardeşimizin Rongbuk mutfağında hazırladığı harika akşam yemeği

9 Mayıs Cuma Sabah zombi gibi kalkıyorum, ama çabuk kendime geliyorum. Bugünün ilk durağı Everst base camp...İşte ordayız. Biraz ilerimizde dağcı çadırları, çılgın bir ruzgar ama hava yine çok güzel... Tam önümüzde dünyanın 4.yüksek dağı, 8500 metrelik Lhotse, yanında da 8845 metrelik dev Everest. Alp’le dönüş yolunda taşlık bir vadiden çadır kampına geri gidiyoruz. İki saatlik çok keyifli bir yürüyüş. Çadır kampı neredeyse boş. Öğlen, yandaki nehire doğru yürüyorum, bir kayanın gölgesine yaslanıp, muhteşem dağın güzelliklerine dalıyorum. Tüm planlar aylardır “bu an” için yapıldı. Ve bende o “andayım” Bu yolculuğun en büyük manevi beklentisi “dağa” iletiliyor. “Everest, hayata ve hayatın bana getireceklerine güvenmek istiyorum!” Güneş batarken dağa doğru son yürüyüşler. Rongbuk keşişlerinin bayraklı inziva kulübeleri, önümden koşuşturan geyik sürüleri. Gece çadırda -8 derecede yine rahatsız bir uyku.

konaklama: Tent camping... 6-7 kişilik yörük çadırları. base camp'a en yakın nokta... her taraf yürüyüş parkuru. Konfor: adı üstünde, çadır !
Everest base camp





10 Mayıs Cumartesi: Sabah Kurtuluş çok kötü bir baş ağrısıyla kalkıyor. Beş bin metreler pek yaramadı ona. Tası tarağı hızlıca toplayıp inişe geçiyoruz. İrtifa azaldıkça rahatlıyor. Tingri’de sabah kahvaltısı sonrasında Nepal’e doğru dönüş yolu. Yol boş, iki yanı dev sekizbinliklerle süslü. Ara ara duruyoruz, yürüyoruz, tekrar devam ediyoruz. Bir turun parçası olmadan, böylesine doğaçlama gezmek çoook iyi. Nyalam’dan sonra Nepal sınırına kadar son otuz kilometre “ölüm yolu” diye anılıyor. Uçurumlar kenarından döne döne 4500 metrelerden, 1500 metrelere dek iniyoruz. Çorak coğrafyalar ilk önce yerini yeşil bayırlara, sonra dev çam ormanlarına bırakıyor. Yolda renkli renkli TATA kamyonlar beliriyor. Nepal’e yaklaştık anlaşılan. Akşama doğru sınır şehri olan Zongmu’ya varıyoruz. Tibet’te 1000 kilometreyi devirdik. Temiz bir otel, temiz oda, rahat yataklar... Mışıl mışıl uyku...

konaklama: Otel Zong mu... Everest konaklamalarından sonra iyi geldiği kesin.









11 Mayıs Pazar: Sabah rehberimizle ve ajanımızla veda...Ben climbi engine, Alp photo engine, Kurtuluş, shopi engine... Tibet sınır kapısı. X-ray’lar, sıkı kontroller, her şey dijital, bir retina kontrolü yapmadıkları kalıyor... Köprü üzerinden Nepal’e geçtiğimizdeyse, zaman makinasıyla yüz yıl geriye gidiyoruz sanki. Gümrük kapısı varla yok arası... ister pasaport kontrolüne gönüllü giriyorsun, ister girmeyip, elini kolunu sallaya sallaya Nepal’e geçiyorsun. Memurlar pasaportları önlerindeki formlara “elle” işliyorlar. Bilgisayar buralara daha gelmemiş. 

Neyseki, önceden sınır kapısında karşılanmayı ayarlamıştık. Uçurumların kenarından, iki aracın yan yana zor geçeceği, delik deşik yollardan bata çıka ilerlemeye başlıyoruz. Böbrek taşı düşürmek için bire bir. Aramızda şakalaşıyoruz. Çin’in buraya da “medeniyet” getirmesi lazım. 




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km