BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km
Arabayla Balkan Turu 6 - 15 Temmuz: Çocuklar bu sene resmen leyleği havada gördüler. Tanzanyadan sonra bir senede ikinci yurt dışı seyahati. Cengizlerle iki araba gideceğiz. 3500 kilometre – 7 ülke...Yoğunluktan neredeyse hiç bir hazırlık yapamadım. Cengiz’in navigasyonuna güveniyoruz.
Ön hazırlık:
Araç için green kasko: Turing'den alınıyor. Yurt dışında birisine çarptığınız zaman karşıda oluşan zararı tazmin ediyor
Uluslararası kasko: kendi kaskonuzu uluslararası hale çevirmeniz lazım.
Uluslararası ehliyet: Sadece Yunanistan istiyor. Büyük şımarıklık. Ama çıkarmadan da olmuyor ne yazıkki...
Konaklama:
Hiç korkmayın. Booking.com'dan dilediğiniz kadar fırsat çıkıyor.
Yollar:
Bizim gibi navigasyona güvenip dımdızlak çıkmayın. Kesinlikle google maps'tan rota çalışın. Forumlara takılın. Yanınızda babadan kalma bir Balkan karayolları haritası olsun. Balkanlar, Yunanistan ve Makedonya harici genelde tek şerit. Şöförler de pek parlak değil.
Arnavutluk'tan kaçın... biz giderken yakalandık, ama dönüşte İşkodra, Milot üzerinden otoyola bağlandık ve Kukes'e dek çok rahat gittik. Kukes'e gelmeden Kosova'ya geçtik. Kosova da, pek Arnavutluk'tan farklı değil. Ama hızlıca geçip, Makedonya'ya bağlanıyorsunuz. Girerken 30 EU deli Dumrul vergisi var. Bu da benden kıyak. Kosova'ya girdikten hemen sonra radarlar, kollarını açmış sizi bekliyor. 100'ü geçmeyin...
Yakıt:
Türkye'den yakayı kurtarın sonrası rahat: Yunanistan'da litresi galiba 1.80 EU idi. Balkanların gerisi 1,35 - 1,40 EU.
Cumartesi
- Selanik:
Sabah 7.30’ta İpsala’dayız. Ver elini
Yunanistan... İlk kez "ARABAYLA" yurt dışına çıkıyoruz. Dedeağaç’ta deniz kenarına hemencecik bir piknik masası kurulur. Şenlikli bir kahvaltı arkasından dosdoğru Selanik. Öğleden
sonra şehre giriyoruz. Oteli bulurken "navi" sapıtıyor, dön baba dön... bir yerde
durup tam yol soracakken... afallıyoruz.. Atatürk’ün evinin tam kapı önündeyiz. Sonrasında hafif
atıştıran yağmur altında yürüyerek Selanik’i hissetmek. Burası tam bir "BASİLİKALAR KENTİ". Rotonda, Aziz Dimitrius ve daha adını sayamadığım bir çok
basilik kilise, dev gotik katedrallere göre çok daha güzel ve kalbe yakın.
Otelimiz şehrin göbeğinde. Akşam yürüyerek Aristo
meydanı üzerinden Selanik sahil şeridine varırız. Denildiği kadar varmış. İzmir
Kordon’a ışınlanıyoruz sanki. Cıvıl cıvıl, güzel insanlar, Egelilik, her
taraftan üstümüze bir sıcaklık, bir sevecenlik akıyor. Yürüyerek Beyaz Kule.
Kordonda nefis deniz manzaralı bir lokantada önce pazarlık, sonra koca bir tabak içinde bol kepçe midye, kalamar, ahtapot ve leziz bin türlü balık... ve şarap. Selanik salaş, ama sıcacık... Bunu çok sık söylemem, ama ben bu şehirde yaşarım arkadaş...
Konaklama: Hotel Zaliki - Tam bir şehir oteli. Restore edilmiş eski bir bina. Personel çok sıcak. Kesinlikle tavsiye edilir.
Pazar
– Meteora:
İlk önce otoban, sonra virajlı dağ
yollarından Kalambaka, Meteora... Bir nevi "esmer" ,"uçuk" Kapadokya.. Hepimizi ters yüz eden, şaşkına çeviren, bildiğimiz her şeyin ötesinde, tuhaf bir coğrafyadayız.... Üç yüz metreye ulaşan dev kaya kütleleri ve tam tepelerine "kondurulmuş" 500 senelik muhteşem manastırlar... Eskiden otuz
imişler, şimdi altıya düşmüşler, hepsi yılan gibi kıvrılan bir yolun yanı
dibine sıralanmışlar.
Varlaam ile başlıyoruz. Devreye müziğim "Enigma" giriyor, benim kanatlar arkadan çıkıyor. Sonrasında, en büyükleri olan Great Meteoron... Manastıra tırmanan sarp merdivenlerin kenarından uçurumlara doğru uzanıp, müzikle her şeye yukarıdan bakmak... Gezdiğimiz manastırlardaki küçük, karanlık kiliseler münzevilik duygularımı ateşliyor. "Burada kalsam, bir kenara kıvrılsam !!!" Ha Myanmar Mandalay, Ha Meteora... Amaç dünyanın kirinden pasından kopup Tanrıya yaklaşmaksa, Buda ya da İsa fark eder mi? Dönüş yolunda bizimkilerden ayrılıp, "sanki bir işaret parmağının üstüne konmuş uçuç böceğine" benzeyen Rousanau manastırına tırmanmak... Bana göre en güzeli burası.
Geri dönüş...Aşağı kadar tek başıma, tatlı bir yürüyüş temposuyla sarp yamaçların, ormanların, manastırların içinden “eriyip” gitmek. Yemek sonrası kafileden ayrılıp, Meteoraya bir sorti daha. Bu sefer kayalıklar üzerindeki en güzel manzara köşeleri keşfedilir. Akşam herkes buraya getirtilir, beraber güneş batırılır. "Sadece bu gün için" bile bu yolculuğa çıkmaya değerdi.
Varlaam ile başlıyoruz. Devreye müziğim "Enigma" giriyor, benim kanatlar arkadan çıkıyor. Sonrasında, en büyükleri olan Great Meteoron... Manastıra tırmanan sarp merdivenlerin kenarından uçurumlara doğru uzanıp, müzikle her şeye yukarıdan bakmak... Gezdiğimiz manastırlardaki küçük, karanlık kiliseler münzevilik duygularımı ateşliyor. "Burada kalsam, bir kenara kıvrılsam !!!" Ha Myanmar Mandalay, Ha Meteora... Amaç dünyanın kirinden pasından kopup Tanrıya yaklaşmaksa, Buda ya da İsa fark eder mi? Dönüş yolunda bizimkilerden ayrılıp, "sanki bir işaret parmağının üstüne konmuş uçuç böceğine" benzeyen Rousanau manastırına tırmanmak... Bana göre en güzeli burası.
Geri dönüş...Aşağı kadar tek başıma, tatlı bir yürüyüş temposuyla sarp yamaçların, ormanların, manastırların içinden “eriyip” gitmek. Yemek sonrası kafileden ayrılıp, Meteoraya bir sorti daha. Bu sefer kayalıklar üzerindeki en güzel manzara köşeleri keşfedilir. Akşam herkes buraya getirtilir, beraber güneş batırılır. "Sadece bu gün için" bile bu yolculuğa çıkmaya değerdi.
Konaklama: Tsikeli Hotel - Kastraki: Manastırla giden yolun başında küçük ve sevimli bir otelcik. Meteora manzaralı odalar, sıcacık personel. Kesinlikle tavsiye edilir.
Pazartesi
– Meteora ve Ohrid:
Sabah erkencecik herkes uyurken
fırlamaca. Son bir Meteora güzellemesi... En tepedeki Great Meteoron’dan Varlaam ve
Roasanu'ya kuş bakışı...Yeni doğan güneşin altında o kadar güzeller ki... İki koca kayanın
üzerine harika bir şapka gibi oturmuşlar. Ufak tefek teleferikler manastırlara erzak taşıyor. Gülümsüyorum,
geçmişte uzun bir zaman boyunca, keşişler kendilerini "iple ve kas gücüyle" yüzlerce metre yukarı çekerlermiş. Bugünkü "konforlu" merdivenler ise daha ancak 1920’lerde kayalara oyulmuş.
Dün gitmediğim Stefanau manastırı ve sabahın zirvesi; en sarp yamaca kurulmuş Holy Trinity. Sabah 9,00’da içeriye ilk giren ben oluyorum. Kulağımda Enigma, manastırın bahçesinde “sonsuzluğa giden yolu” gördüğümde göz yaşlarıma engel olamıyorum. “Aklın boyunduruğundan kurtul, sezgilerini serbest bırak” ; “principles of lost – burn in your mind” Gani gani gönül zirvesi... Kısa bir an için bile olsa "büyük resme" dokunmanın mutluluğu...
Otele döndüğümde, herkes beni beklemekten oflayıp, pofluyor. Haklılar da... Çok güzel anılarla Meteora’yı geride bırakıp, Makedonya’ya doğru yola çıkıyoruz.
Makedonya salaş, ama çok yeşil. Karadeniz’e geldik sanki. Öğleden soran Ohrid’deyiz. Yorgun argın kendimizi bir lokantaya atıyoruz. Harika göl balığı ve Makedon Şardonesi...Lokantanın terasında manzaraya bakarak türk kahvesi ve “baklava”. Bu yemek hepimize iyi geliyor. Otelimiz, gölün kenarında, herkes çok yardım sever. Çocukları tek bir odaya atıp, manzaralı kocaman odayı 4 yetişkin alıyoruz. Akşam Ohrid’de Türk lokantası, türkçe konuşan garsonlar, Üsküp köftesi.
Dün gitmediğim Stefanau manastırı ve sabahın zirvesi; en sarp yamaca kurulmuş Holy Trinity. Sabah 9,00’da içeriye ilk giren ben oluyorum. Kulağımda Enigma, manastırın bahçesinde “sonsuzluğa giden yolu” gördüğümde göz yaşlarıma engel olamıyorum. “Aklın boyunduruğundan kurtul, sezgilerini serbest bırak” ; “principles of lost – burn in your mind” Gani gani gönül zirvesi... Kısa bir an için bile olsa "büyük resme" dokunmanın mutluluğu...
Otele döndüğümde, herkes beni beklemekten oflayıp, pofluyor. Haklılar da... Çok güzel anılarla Meteora’yı geride bırakıp, Makedonya’ya doğru yola çıkıyoruz.
Makedonya salaş, ama çok yeşil. Karadeniz’e geldik sanki. Öğleden soran Ohrid’deyiz. Yorgun argın kendimizi bir lokantaya atıyoruz. Harika göl balığı ve Makedon Şardonesi...Lokantanın terasında manzaraya bakarak türk kahvesi ve “baklava”. Bu yemek hepimize iyi geliyor. Otelimiz, gölün kenarında, herkes çok yardım sever. Çocukları tek bir odaya atıp, manzaralı kocaman odayı 4 yetişkin alıyoruz. Akşam Ohrid’de Türk lokantası, türkçe konuşan garsonlar, Üsküp köftesi.
Salı
– Ohrid:
Sabah
otelin yanı dibindeki plaja yerleşiyoruz. Hava bir anda bulutlanıyor ve müthiş bir sağanak bastırıyor. Anlatılmaz, yaşanır... Yağmurun yoğunluğundan göz gözü görmüyor, "göksel bir duş" altındayız sanki... Aniden bana esiyor, iskeleden koşarak göle atlıyorum, herkes de peşimden !!! Bir keyif,
biiir keyif...Makedonya’da gökgürültüleri, şimşekler, yıldırımlarla dolu bir
gölde yüzmek, yolculuğun künyesine işleniyor. Öğleden sonra Galicia tabiat parkının
içinden geçerek Ohrid gölünün diğer ucuna, Sveti Naum manastırına gidiyoruz.
Yol çok güzel. Arabayı park edip, manastıra doğru yürürken, kendimizi sanki bir
anda Ağva’da buluveriyoruz. Göl içinde, bir yavru göl... Yemyeşillikler üzerine kurulu
iskelelerde bir dizi lokanta ve harika bir öğle yemeği. Makedon peynir tabağı. Arkasından
sandalla "küçümen","yeşil" gölde keyif. Herkes gülümsüyor. Sonrasında sanki bir pasta kalıbından
fırlamış şeker bir manastır, "Sveti Naum" , bahçesinde koşturan onlarca tavus kuşu ve nefis bir göl manzarası. Otele dönüş. Güneş batarken Cengiz’le son bir göl
keyfi... Gün taçlanıyor.
Konaklama: Hotel Mina: Ohrid merkezin 6 km dışında, tam gölün dibinde, manzaralı koca koca odalar. Personel süper. Kesinlikle tavsiye edilir.
Çarşamba
– Arnavutluk – Karadağ – Hırvatistan.
Bugün yolculuğun
en zor günü. Tek bir günde üç ülke geçeceğiz. Forumlarda herkes “aman Arnavutluktan uzak
durun” diye bağırınıyor. Az bile söylemişler. Yavvv burası nasıl bir yer.
Yollar felaket, şöförler felaket, tünelde önümüzden yürüme hızında giden grayder taşıyan bir TIR'ı "sollayamadan" bir saate yakın takip etmek. Yol bizi alır Tiran’ın tam göbeğine sokar, biçimsiz bir
şehir. Ülkeden çıkana kadar tek şeritli yollarda E5 sabah trafiği modunda "tın tın" gideriz. Karadağ’a geçince sevinçten neredeyse toprağı öpecek hala geliyoruz. Kotor’da keyif yapalım
diyorduk, ama yol çilesi tüm gücümüzü aldı götürdü. Etrafta biraz takılıp, tekrar yola koyuluyoruz. Hadi ver eliniii artık Dubrovnik. Yolculuğun en çatlak günü...
Not: Biz yapamadık ama Kotor'a bir tam gün ayırmak gerek. Yakındaki Budva'da kalınabilir. Sabah Sveti Stefan adasının önünde deniz (biz ancak uzaktan bakabildik. Bir ada üstüne kurulu güzel bir manastır ve yanındaki kumsallardan denize girme imkanı) uzun kumsallarıyla meşhur sosyetik Budva'da deniz keyfine devam, öğleden sonra da Kotor şehir turu. Tepedeki kaleyi kaçırmayın.
Perşembe
– Dubrovnik:
Sabah Elif’çik tüm pis kurtlarımı alıp
götürüyor. Erkenden kalkıp, iki sevgili, şehri baştan aşağıya turluyoruz. Ruhumuza yine güzellikler doluyor. Bu sefer otelde değil, bir Hırvat’ın evinde kalıyoruz. Bu da ayrı bir hoşluk. Dönüp herkesi kahvaltıya uyandırmaca.
Kahvaltı sonrası, Oldtown’ın tam yanı dibinde harika bir beach club keşfediyoruz. Deme keyfimize ! Adriyatik’le ilk buluşma. Deniz pırıl pırıl.Yüzerken Dubrovnik’i seyretmek nefis. Çocuklar çok eğleniyor. Beraber “hamburger’e” binip azıyoruz. Güneş batarken arabayla ufak bir kaçamak... Şehri yukarı tepelerden seyretmek ve müzikle gülümsemek. Akşam Dubrovnik'e akarız...Surlar içinde iki ana cadde ve sürü sepet daracık ara sokaklar, her köşede ayrı bir sokak gösterisi, canlı müzikler, sokak cafelerinde kalamar ve bol şarap..Cümbür cemaat harika bir grup psikolojisi, sürü olmak hepimize iyi geliyor. Dünü unutuyoruz.
Bu arada Yugoslavya iç savaşıyla ilgili kötü izleri ara sokaklarda bir çok ufak sergide görebiliyorsunuz. 1991'de sabah Dubrovnik güne top sesleriyle başlıyor. Şehir harap oluyor. Neyseki Hırvatlar iç savaştan yakalarını çabuk kurtarıyorlar. Keşke Bosna da onlar kadar şanslı olabilseydi.
Kahvaltı sonrası, Oldtown’ın tam yanı dibinde harika bir beach club keşfediyoruz. Deme keyfimize ! Adriyatik’le ilk buluşma. Deniz pırıl pırıl.Yüzerken Dubrovnik’i seyretmek nefis. Çocuklar çok eğleniyor. Beraber “hamburger’e” binip azıyoruz. Güneş batarken arabayla ufak bir kaçamak... Şehri yukarı tepelerden seyretmek ve müzikle gülümsemek. Akşam Dubrovnik'e akarız...Surlar içinde iki ana cadde ve sürü sepet daracık ara sokaklar, her köşede ayrı bir sokak gösterisi, canlı müzikler, sokak cafelerinde kalamar ve bol şarap..Cümbür cemaat harika bir grup psikolojisi, sürü olmak hepimize iyi geliyor. Dünü unutuyoruz.
Bu arada Yugoslavya iç savaşıyla ilgili kötü izleri ara sokaklarda bir çok ufak sergide görebiliyorsunuz. 1991'de sabah Dubrovnik güne top sesleriyle başlıyor. Şehir harap oluyor. Neyseki Hırvatlar iç savaştan yakalarını çabuk kurtarıyorlar. Keşke Bosna da onlar kadar şanslı olabilseydi.
Konaklama: Haus lodging apartments Toni: Dubrovnik merkeze 3 km yakın olması iyi. Ama ödediğimiz paraya çok değmez. Fazla güler yüz görmedik.
Cuma
– Korcula:
Sabah yine herkes uyurken, erkencecik
Dubrovnik sokaklarına dalıyorum. Ara sokaklarda kaybolmak, semt pazarı, yeni
uyanan bir şehir, turist kalabalıkları daha şehre akmamış. Dubrovnik’e gerçekten
dokunabilmek güzel. Kahvaltı sonrası toparlanıp yine düşüyoruz yollara. Dantel gibi
fiyordlardan oluşan harika Dalmaçya kıyılarından keyifle yol yaparak öğlen
vakti Korcula adasına varıyoruz. Otel çoook merdivenli...bayıyor. Yakındaki bir
kumsalda deniz keyfi. Hoş sohbetler... Akşam Korcula oldtown’a tam gökyüzü çivit
maviye kesmişken giriyoruz. Marko Polo’nun doğduğu bu ortaçağ kasabası nefes
kesici. Küçük Dubrovnik... Harika ara sokaklar, tırmanılan bir çan kulesi, nefis bir manzara, arkasından meydanda yenilen italyan yemekleri...
Konaklama: Villa Castello: Aman uzak durun...Dileyen yorumumuzu booking.com'dan okuyabilir.
Konaklama: Villa Castello: Aman uzak durun...Dileyen yorumumuzu booking.com'dan okuyabilir.
Cumartesi
– Mostar:
Oteldekiler
tepemin tasını attırıyor.Kavga, fırça...Dubrovniktekiler de fazla sevimli
değillerdi zaten. Sokakta, orda burda herkeste AB’ye girmiş olmanın yarattığı
bir züppelik var. Yerim leyyn snopluğunuzu... Yollara düşüyoruz. Öğleden sonra Mostar’dayız.
Hoş geldin güler yüz...Herkes sevimli, yardım sever. Motelimiz tam köprünün dibinde.
Koğuş düzenine devam. Yine yetişkinler aynı odadayız. İşte Mostar köprüsü...
etrafı gezinmece, türk kahvesi...
Beş yüz yıllık güzelim köprü, Yugoslavya iç savaşında hem Sırpların, hem de Hırvatların hışmına uğruyor ve 1993'te tamamen yıkılıyor. Mostar da neredeyse baştan aşağı yerle bir oluyor. Bugün şehir içindeki bir çok savaş sergisinde geçmişin acılarını görebiliyorsunuz. Tito mucizesinin bir anda yerle bir olarak yedi parçaya bölünmesi, tüm kardeş halkların boğaz boğaza gelmesi, Hırvatistan ve Slovenya Avrupanın da desteğiyle bu işten hemen paçayı kurtarırken, Bosna'nın Avrupa'nın kalbinde yıllarca kanayan bir yara olarak devam etmesi ibret verici...Hem Avrupanın iki yüzlülüğünü görmek adına, hem de kendi ülkemizdeki ince dengeleri hızla aşındırırken ileride başımıza gelebilecek potansiyel riskleri daha iyi anlamak adına... Bu arada 2003'te Türkler köprüyü aslına uygun olarak tekrar yapıyorlar - gayet de güzel bir iş çıkarıyorlar...
Akşam tam köprünün dibinde harika bir lokanta. Bizimkileri yerleştirip, yemeğe oturmadan, yarım saat kaçmaca. Güneş batıyor, şehir alacakaranlığa gömülüyor, köprü ışıl ışıl parlamaya başlıyor, gündüzden geceye girerken, etraf bir masal diyarına dönüşüyor. Yemek, harika et çeşitleri...O da ne... hava bir anda bulutlanıyor, gök gümbürtüleri, yıldırımlar, müthiş bir sağanak. Elektrikler kesiliyor, şimşeklerle şehir bir aydınlanıyor, bir soluyor... Her şey tılsımlanıyor, sürreal bir masal yolculuğu... Çok ama çok güzel... Otelde yarının dönüş rotasını oluştururken Cengiz’in navisi tam hapı yutuyor. Gece yarısı motelin avlusunda Cengiz’le beraber offlanıyoruz. Elimde sigara, mırıldanıyorum. Yarın, çoook uzun bir gün olacak.
Beş yüz yıllık güzelim köprü, Yugoslavya iç savaşında hem Sırpların, hem de Hırvatların hışmına uğruyor ve 1993'te tamamen yıkılıyor. Mostar da neredeyse baştan aşağı yerle bir oluyor. Bugün şehir içindeki bir çok savaş sergisinde geçmişin acılarını görebiliyorsunuz. Tito mucizesinin bir anda yerle bir olarak yedi parçaya bölünmesi, tüm kardeş halkların boğaz boğaza gelmesi, Hırvatistan ve Slovenya Avrupanın da desteğiyle bu işten hemen paçayı kurtarırken, Bosna'nın Avrupa'nın kalbinde yıllarca kanayan bir yara olarak devam etmesi ibret verici...Hem Avrupanın iki yüzlülüğünü görmek adına, hem de kendi ülkemizdeki ince dengeleri hızla aşındırırken ileride başımıza gelebilecek potansiyel riskleri daha iyi anlamak adına... Bu arada 2003'te Türkler köprüyü aslına uygun olarak tekrar yapıyorlar - gayet de güzel bir iş çıkarıyorlar...
Akşam tam köprünün dibinde harika bir lokanta. Bizimkileri yerleştirip, yemeğe oturmadan, yarım saat kaçmaca. Güneş batıyor, şehir alacakaranlığa gömülüyor, köprü ışıl ışıl parlamaya başlıyor, gündüzden geceye girerken, etraf bir masal diyarına dönüşüyor. Yemek, harika et çeşitleri...O da ne... hava bir anda bulutlanıyor, gök gümbürtüleri, yıldırımlar, müthiş bir sağanak. Elektrikler kesiliyor, şimşeklerle şehir bir aydınlanıyor, bir soluyor... Her şey tılsımlanıyor, sürreal bir masal yolculuğu... Çok ama çok güzel... Otelde yarının dönüş rotasını oluştururken Cengiz’in navisi tam hapı yutuyor. Gece yarısı motelin avlusunda Cengiz’le beraber offlanıyoruz. Elimde sigara, mırıldanıyorum. Yarın, çoook uzun bir gün olacak.
Pazar
– Üsküp:
GPS yok, KPS var. Köylü positoning system.
llkokul atlasından bozma Balkan haritasıyla koyuluyoruz yollara. Arnavutluk’u by
pass etmemiz lazım, Adriyatik’sahilinden kaçınmamız lazım. Dağ yollarından
Karadağ’a girmemiz lazım. Sora sora...dalıyoruz dağ yollarına. Ohh neyse Karadağ’a vardık. Arkadan İşkodra’dan Arnavutluk.
Tiran’a girmeden Kosova’ya Milot üzerinden yol var duyumu doğru çıkıyor. Bir
çok yerde içgüdülerimizle yanlış yoldan dönüp dönüp doğru yolu buluyoruz. Şans
bizden yana...
Arnavutluk’tan çıkmadan bir benzincide şeker gibi bir et yemeği. Arnavutluk ile ilgili tek olumlu hatıramız. Öğlen Kosova’ya varıyoruz. Araç başı 30 EU deli dumrul vergisi. Tam söylenirken 10 dakika sonra da radar...Polisler pişkin pişkin parayı şu şu şehre yatırıp makbuzla gelin, anca öyle giderseniz derler. Ben internet forumlarından konuyu biliyorum. "Babacım, biz rüşvetimizi burda ödeyelim!" A-a-a... polis bir anda bize bir kuş resmi çiziktirir, "siz busunuz, kafestesiniz" der, hiç böyle çorba parası istendiğini duymamıştım. Sonradan "Türküz, müslümanız, iftara yetişiyoruz" deyince, yumuşayıp bizi salıverirler, iyi mi...Absürdün ötesindeyiz.
Şirin bir osmanlı kasabası olan Prizren’de mola...Sonra bitmez tükenmez Kosova yolları. Öfff, burası da Arnavutluk’u aratmıyor. Avrupa’nın göbeğindeyiz, ama sanki Çarşamba ovasındayız.... Hava kararırken Makedonya’ya kapağı atıyoruz. Oh be. Makedonya’nın havası bile başka arkadaş. Gece Üsküp’e giriyoruz. Bir taksinin peşinde oteli bulup, balkonda son kalan erzaklarımızı akşam yemeği niyetine götürüyoruz.
Arnavutluk’tan çıkmadan bir benzincide şeker gibi bir et yemeği. Arnavutluk ile ilgili tek olumlu hatıramız. Öğlen Kosova’ya varıyoruz. Araç başı 30 EU deli dumrul vergisi. Tam söylenirken 10 dakika sonra da radar...Polisler pişkin pişkin parayı şu şu şehre yatırıp makbuzla gelin, anca öyle giderseniz derler. Ben internet forumlarından konuyu biliyorum. "Babacım, biz rüşvetimizi burda ödeyelim!" A-a-a... polis bir anda bize bir kuş resmi çiziktirir, "siz busunuz, kafestesiniz" der, hiç böyle çorba parası istendiğini duymamıştım. Sonradan "Türküz, müslümanız, iftara yetişiyoruz" deyince, yumuşayıp bizi salıverirler, iyi mi...Absürdün ötesindeyiz.
Şirin bir osmanlı kasabası olan Prizren’de mola...Sonra bitmez tükenmez Kosova yolları. Öfff, burası da Arnavutluk’u aratmıyor. Avrupa’nın göbeğindeyiz, ama sanki Çarşamba ovasındayız.... Hava kararırken Makedonya’ya kapağı atıyoruz. Oh be. Makedonya’nın havası bile başka arkadaş. Gece Üsküp’e giriyoruz. Bir taksinin peşinde oteli bulup, balkonda son kalan erzaklarımızı akşam yemeği niyetine götürüyoruz.
Pazartesi
– Dedeağaç:
Tüm Makedonya ve Yunanistan’ı otobandan
geçiyoruz. Öğleden sonra herşeyin başladığı yerde, Dedeağaçtayız. Sahilde çok
güzel karides güveç, son keyifler. Sanki haftalardır yoldayız gibi geliyor
bana. Ve işte Türkiye’deyiz. 10 gün – 3,500 kilometre – 7 ülke – 24 sınır
kapısı...
merhaba biz 23 temmuzda kosovaya uçak biletimizi aldık. kosovadan araç kiralayıp kosova, makedonya, arnavutluk, karadğ, bosna,sırbistan... seklinde gezmeyi düşünüyoruz. sınır kapılarında geçişlerde bir sıkıntı yaşadınızmı? 23 31 temmuz arası bir program için sizce nereye ne kadar vakit ayırmalı?
YanıtlaSilAnladığım kadarıyla vizesiz gidilen ülkelerden kendinize bir seçki yapmışsınız. Arnavutluktan hiç keyif almamıştık. Kosova zaten küçük bir ülke. Priznen fena değildi. Ama çok vakit geçirmeye bence gerek yok. Tüm Kosova, Karadeniz Çarşamba'yı andırıyor. Sırbistan'a gitmedik, o yüzden yorum yok. Avrupalı etkisini sıraladığınız ülkelerden en çok Karadağda alırsınız. Budva ve Kotor'a geniş zaman ayırın. Makedonya'nın doğazı mükemmel. Başta Ohrid gölü olmak üzere güzel zaman ayırmanızı tavsiye ederim. Ve tabiki başta Mostar olmak üzere Bosna... Bu dediğim yerleri önceliklendirirseniz dediğiniz zaman aralığı size bolca yeter. Hoşçakalın.
YanıtlaSil