FİLİPİNLER - SAKLI CENNET

Yılbaşından beri Filipinler hayalleri kuruyoruz. Araştırıyoruz, geliştiriyoruz. Sonunda çok bilinen turist rotalarının ötesinde muazzam bir program ortaya çıkıyor. Die Hard 4.0 filmindeki bir sahnede Bruce Willis’in deyimiyle “Galiba biraz abarttık!” On kez uçağa bineceğiz, kırk saate yakın uçacağız, 15-16 saat kara yolculuğu yapacağız, Beş koca sektör gezeceğiz. Bakir Camiguin, Cebu ana kara ve şehirler, turistik Boracay, ıssız Darocotan ve El Nido’nun tekne turları. Neyse ki yağmur sezonunda gitmiyoruz derken, yolculuk tarihine yaklaştıkça apışıp kalıyoruz. Yolculuk forumları fırtınalardan, şiddetli yağışlardan, toprak kaymalarından, günlerce iptal edilen uçuşlardan geçilmiyor. Noluyo yav deyip chatcbt’ye girince feleğin sillesini yiyoruz.  5-6 yılda bir görünen La Nina fenomeni. Yağmur sezonunun yaz dönemine taşması…daha soğuk havalar, beklenmeyen iklim hareketleri. Eyvah şimdi battık işte. Onlarca uçuştan birinin ipinin ucunu kaçırsak program domino taşları gibi içine içine çökecek. Neyse en iyisi akışa bırakmak. Her büyük maceranın öncesinde karın ağrıları çekmek artık bir “Kubilay klasiği” haline geldi.

FİLİPİNLER CAMIGUIN ADASI

2 -3 Mart: Öğlen Manila üzerinden Cebu’ya varıyoruz. Camiguin adası öncesinde bir gün dinleneceğiz burada. Lapu Lapu ilçesinde kalıyoruz. Lapu Lapu Filipinler’in yerel kahramanı. Az buz değil, Macellan’ı öldürmüş. Hem de tam da burada, bizim otelin biraz berisinde. Her kuşun eti yenmez demiş özetle.  Akşam bir Kore lokantasında belki de tüm seyahatin en güzel yemeğini yiyoruz. Kestirmeden nirvanaya ulaşmak böyle bir şey olsa gerek. Sonraki gün sabah rahat bir uçuşla Camiguin adasına varıyoruz. Şimdiye kadar gördüğüm en minnoş havaalanlarından biri. İçinde tek bir bagaj bandı olan, şekercik bir yer. Otelimize yerleşiyoruz.

4 Mart: Hayatımda hep denizin hiçliğinde kaybolmuş küçük kum adacıklarına gitmeyi hayal etmiştim. Bunun belki de dünyadaki en güzellerinden biri…White island…Camiguin ’in alameti farikası…denizin göbeğindeki dev bir at nalı kumulu... Sabah erkenden iskeleden kalkan küçük sandallarla adaya ulaşmak. Hava bulutlu. Yağmur çiseliyor. Derken Camiguin’e vardığımızdan beri ilk kez güneş açıyor ve tüm dünyayı parlak renklerle yeniden yaratıyor. Paslı kumul göksel bir fırça darbesiyle canlı sarılara, turunculara boyanıyor, puslu deniz bir anda turkuazlanıyor. Her yerden gökkuşakları beliriyor. Arkamızda Camiguin adasının yemyeşil volkanları…zirveleri bembeyaz bulutlarla kaplı…bulutlar zirvelerde raks ediyorlar sanki. Kumulun en ucundan rengarenk denize giriyorum. Herşey yavaşlıyor, zaman ve mekân tılsımlanıyor. İlk mutluluk patlamaları! Şükür…Sadece şu an için bile bu kadar uzaklara gelmeye değerdi.  




Öğlen yorgun argın otele döndüğümüzde koca adayı tuktuklarla falan gezmenin bizi hayli zorlayacağını görüyoruz. En iyisi araba kiralamak... Facebook’tan bulduğumuz Marvin amca seçtiğimiz arabayı otelimize kadar getiriyor… Minnoş bir Toyota Wigo…sapsarı bir civciv…Sevinçle adayı turlamaya başlıyoruz. Önce sunken cemetary…denizin ortasındaki koca haç… rehberimizle şnorkellemek…bir metreden büyük dev istiridyeler… sulara gömülmüş bir haç daha… Rehberimiz hem yüzüyor hem de hikayeler anlatıyor. 1950’lerde volkan patlıyor, binlerce insan ölüyor, toprak çöküyor, sahildeki kilise sulara gömülüyor… ve şimdi biz de tam onun üstündeyiz işte. Yola devam. Adanın içlerine uzanıyoruz. Tropikal ormanların arasından kıvrılan daracık yollar… neredeyse bizden başka bir araba yok ortalıkta… Sodalı bir kaplıca…Keyifle yüzmek… Akşam iskelenin yanında zevkli bir restoran…müthiş günbatımı…lezzetli yemek.

5 Mart: Bugün hedefimiz Camiguin ’in diğer alameti farikası…belki de Filipinler’e gelme sebebimiz…Mantigue island…sadece elli dönümlük müthiş define adası…kıyıdan yaklaşık dört kilometre uzaklıkta…uzun bir kum dili olan…ortası palmiye ormanlarıyla kaplı… Jules Verne’in macera romanlarının içine giriyoruz sanki. Adaya kısa bir tekne yolculuğuyla varıyoruz, ağaçların altında gölgeli bir çardağa kuruluyoruz, sonrasında adayı turluyoruz…Elif on dakika yürüdükten sonra “hadi, geri dönelim” deyince, beş dakika daha yürüyelim diyorum ve başlangıç noktamıza varıyoruz! Ada boş. Kitle turizmi buralara henüz varmamış…adanın arka tarafları ise bomboş…Burada yapayalnız denize girmek…dünyamızın kurallarının işlemediği başka bir evrene geçmek gibi…yerçekimsiz…denizin mavisinin şimdiye kadar hiç bilmediğim tılsımlı tonları…şifa veren…sağaltan … içimde saklı kalmış damlayı ait olduğu koca okyanusa karıştıran…anın sonsuzluğunda zamanın kaybolması… müthiş bi şey yaşıyorum.     Küçük adayı kaplayan yemyeşil ormancık, ileride Camiguin ‘in bulutlarla kaplı volkanlarının heybeti…Zamanın ileriye kımıldayan okundan kurtulup hep buraya saklanmak istiyorum. Çardağımızda öğle uykusu, Elif’in hep gülümseyen yüzü…Onun da mutlu olduğunu görmek ne güzel. Dönüş yolu. Arabamıza atlayıp adayı turlamaya devam. Kendimizi o kadar akışa bırakmışız ki… Yol bizi nereye götürürse. Ve…Yol bizi çoook güzel bir yere götürüyor. Denizden içeriye süzülmüş ve mükemmel bir daire oluşturmuş nefis bir lagün…sönmüş bir volkanın sanki pergelle çizilmiş kusursuz krater gölü…Taguines…Göl kenarında şahane bir lokanta…blue lagoon cottages…müthiş manzara ve Elif’in seyahat boyunca yediği en lezzetli balık…Mutluluk haleleri içimizde dışımızda parlamaya devam ediyor. Devam. Küçük küçük yollara sapmak…kaybolmak…minik köylerden geçmek…okulcuğun tekinde açıkta yapılan bir veli toplantısı…ada hayatına dokunabilmek…akşam yine çok güzel bir lokanta…karidesin dibini görmek…





6 Mart: Bugün hava puslu. Mantigue island iskelesine kadar gidip oradan geri dönüyoruz. Dün buranın en güzel hallerini gördük. Kötü havada zorlamaya gerek yok. Arabayla adadaki çağlayanları gezmeye karar veriyoruz. İlk durağımız Katibawasan şelalesi. Chill out Jordan müziklerimizi dinleye dinleye daracık yollardan yemyeşil volkanlara doğru tırmanmak. Toyotayı park ettikten sonra üç adımda şelaleye ulaşmak… tek tük birkaç turist var ve onlarda kısa bir süre sonra gidiyorlar. Tüm şelalede yalnız biz kalıyoruz. Yüze yüze suyun tonlarca döküldüğü noktaya ulaşmak…Gümbür gümbür akan çağlayanla uyumlanmak…dünyanın tüm gürültüleri geride kalmış…sadece tabiatın müthiş yaratma gücü. Elif de çok mutlu. Yola devam… Doğaçlamaya devam. Aniden verilen karar ve White island’a öğleden sonra son sorti. Adaya giden son sandal. Hiç beklemezken seyahatin nirvanasına ulaşmak. Koca kumullar gelgitle beraber sulara gömülmüş…denizin üstünde sadece ince bir kum dili kalmış. Camiguin ’in volkanları tüm heybetiyle karşımda uzanıyorlar…zirveleri bulutlarla taçlanmış…gelgit geliyor da geliyor…son kalan kumulları da örtüyor. Ve ben beyaz adacıkta tek başıma mutluluk patlamalarıyla yürüyüp gidiyorum. Denizin fosforlu mavi yeşilleri içinde kaybolmak… hayatımın en güzel denizlerinden birine girmek…içimde bir şeyler genişleyip duruyor. Son kalan kum taneleri de kaybolup giderken adadan en son ayrılanlar biz oluyoruz. Akışta olmanın güzelliği. Gezmeye doyamıyorum. Yürüyerek otele döndükten sonra Elif’i alıp tekrar adayı turlamaya çıkmak. Elif arabayı kullanıyor…ne de keyifli kullanıyor. Bu sefer adanın diğer tarafındaki Tuasan şelalesine gidiyoruz. Arabayı bıraktığımız gibi birkaç adımda çağlayanın yanındayız. Elif bayılıyor bu işe. Bali’de her şelaleye saatlerce inip uflaya puflaya merdivenlerden çıktıktan sonra burası tek kelimeyle cennet! Bugün gerçekten meleklerin eli üstümüzde geziyor. Burası da neredeyse bomboş. Tuasan bir öncekine göre daha alçaktan ama vahşice akıyor... yanına geleni gümbürtüsüyle önce dövüyor sonra kovuyor. Büyük bir mutlulukla yüzmek, acele etmemek, tüm kostümlerini, zırhlarını suya bırakıp içi dışı bir olmak, çıplak kalmak. Bugün ne çok mucize arka arkaya geldi böyle. 









7 Mart: Dönüş yolculuğu. Buraya gelmekle ne iyi etmişiz. Camiguin adası kadar bakir bir yer çok az gördüm. Dünyada her bölge turizmin hışmına uğrarken, binlerce turist tarafından didik didik edilirken burası kendini koruyabilmeyi başarabilmiş. Küçük köyler, okullardan çıkan Filipinli öğrenciler, çakaralmaz bir masa bir kasa bakkallar, bomboş yollar. İyi ki araba kiralamışız. Başka türlü gezemezdik buraları. 

Pırpır uçakla adaların üzerinden harika bir uçuş. Cebu’ya ikinci defa inmek. Forumlardan yakaladığımız bir taksi tarafından karşılanmak…ve…140 kilometrelik yolu ancak beş saatte aşabilmek. Trafik…trafik…trafik…Filipinler’in en büyük ikinci şehri Cebu…gökdelenler, kocaman AVM’ler hemen yanında teneke mahalleler, lağım nehirlerinde yüzen çocuklar. Bir modernleşme çabası var…ama sanki bir şeyler pek yerine oturmamış.  Akşam sekize doğru Oslob’a varabiliyoruz. Sabah uçak, arkasından saatlerce dur kalk yol canımızı çıkarıyor. Dün yediği yemek Elif’e dokundu. Midesi çok kötü. Ateşi çıkıyor zavallıcığımın. Umarım yarına toparlar. 

 

Konaklama:       VIVIEN’S HOTEL, CEBU                                                                                                                        PARAS BEACH RESORT, CAMIGUIN (akşam yemeği de müthiş)

Yemek:               KAYA KOREAN BBQ, CEBU                                                                                                              GUERRERA RİCE PADDY VİLLAS, CAMIGUIN

 

CEBU ADASI

8 Mart: Oslob’ un alameti farikası balina köpekbalıkları. On metreyi aşan boylarıyla yer kürenin en büyük balıkları. Bu muazzam yaratıklar dünyada bir elin parmağından az yerde görülebiliyorlar. Oslob dünya balina köpek balığı başkenti. Burada harika bir şey gerçekleşiyor. Balina köpek balıkları beslenmek için sabah saatlerinde kıyıya geliyorlar, öğlen vakti yine açıklara dönüyorlar. Burası bir akvaryum değil, hiçbir kafes, açılmalarını engelleyen ağ yok. Dilediklerince geliyorlar, dilediklerince gidiyorlar. Son derece zararsızlar, insanlara alışmışlar. Neyse ki turumuzu haftalar öncesinden otelimizden rezerve etmiştik. Ama yüzme alanı bir hengâme. Kısıtlı bir zaman var ve önceden alınmış biletlere rağmen kalabalıktan turu yakalamaya zaman yetmeyecek gibi. Neyse ki imdadımıza tuktukçumuz ve rehberimiz Ramon yetişiyor. Altından giriyor, üstünden çıkıyor, gişedekileri kafalıyor, biletimizi taştan çıkarıyor. Tam ümidimizi kaybetmeye başlamışken mucizevi şekilde kendimizi kayıkta buluyoruz. Balinaları ürkütmemek için sadece kürek çekerek ilerliyoruz. Kısa bir süre sonra görünüyorlar ve ben de denize atlıyorum.

Şnorkelle dibe dalmamla beraber şoka giriyorum. Koca bir dev sürtünürcesine yanımdan süzülüveriyor. Bunlar dünya dışı varlıklar, Salvador Dali’nin en çılgın hayallerinin bile ötesinde olağanüstü yaratıklar. Ayrı bir uzay boyutundan kopup gelmişler, burada aramızda yaşıyorlar. Şakacı bir tanrı sanki hepsinin üzerine farklı farklı takım yıldızlar resmetmiş. Kim bilir belki de geldikleri uzak diyarların yön bilgileri üzerlerine çizilmiş…işaretlenmiş…kaydedilmiş…Barışçıllar, bilgeler, bizim dünyasal gürültülerimizin çok uzağındalar. Çoook iyi ya! Kayıktaki üç beş turist ya denize girmiyorlar ya da kayığın denge çubuklarına tutunuyorlar. Ben ise açık denizde tek başıma bu muazzam varlıklarla yüzen…sürekli gülümseyen…şükreden… Biri bir yanımdan geçiyor, diğeri öbür yanımdan. Kuyrukları yüzüme sürtünüyor. Mutluluk patlamaları. Elif de sonunda dayanamayıp “Engin, geliyoruuum!!!”, diyerek denize atlıyor ve bilge balıklarla selamlaşıyor.



Tüm bu olağanüstü deneyimi go-pro çekimleri dahil bizim paramızla toplam beş yüz liraya yani on beş amerigan dolarına yapıyoruz. Şaka gibi…Maldivler ’de bu turu kişi başı anca yüz dolara falan alabilirdik belki. Ramon ve küçük kızı çok tatlılar.  Bu yolculuğun bir numaralı hedefini onlarsız az kalsın ıskalıyorduk. Bizi, bugünü ve yolculuğu kurtardılar. Güzel bir bahşiş verince öyle şaşırıyorlar ki! Filipinler’de şimdiye kadar insanlardan çakallık görmedik, dolu dolu masumiyet! Arkamızı kollamamayı ne çok özlemişiz. Otelde güzel bir kahvaltı. Sonrasında dünkü tatlı şoförümüz bizi alır. Hedef Moalbaol… Sardin run! Dün yolda şoförümüzle hem Oslob-Moalboal hem de Moalboal-Cebu gidişlerini ayarladık. Üstümüzden bir yük kalktı. İki saatlik bir yolculuktan sonra öğleden sonra otelimize varıyoruz. Yorgunuz. Tüm gün mayışıyoruz. Akşam Moalboal sokaklarına akmak. Hungry monkey’de harika karides menüsü. Yanımızdaki pub ’da canlı müzik ve biralama.

9 Mart: Moalboal ’un alameti farikası sahildeki mercan resiflerinde büyük sürüler halinde gezen Sardalye balıkları. Bu olayı dünyada Moalboal’dan başka bu kadar rahatlıkla izleyecek herhangi bir yer yok. Sabah erkenden rehberim Nick’le beraber resiflere ilk sorti. Sahilin hemen açığında işte karşımdalar. Yüzlerce, binlerce değil on binlerce Sardalye. Hepsi tek bir varlık halinde hareket ediyorlar. Saniyeler içinde yüzlerce parçaya ayrılıyorlar, saniyeler içerisinde birleşip tek bir bütün oluşturuyorlar. Muazzam bir şeye şahit oluyorum. Sardin run…Sardalyelerin büyük koşusu! Biz insancıklara ne çok ders var burada. Biz ya sahte bireyselliğimiz, sahte seçimlerimiz içinde dört bir yana saçılıyoruz ya da softalık, milliyetçilik tazyikiyle sürülere dönüştüğümüzde her tarafı patlak çirkin bir kakofoni oluşturuyoruz. Bu ufaklıklar ise birleştiklerinde müthiş bir uyum yakalayarak tek bir varlık gibi hareket ediyorlar. Maneviyatın temeli olan damlanın bütüne kavuşması ve bütünle uyum içinde titreşmesi tam da buna benziyor olsa gerek. Öğlen bu sefer Elif’i de aramıza katarak ikinci sorti. Koca bir kaplumbağaya denk gelmek, Elif’in de tüm bu mucizelere tanık olması ve çok keyif alması, Nick’in ayarladığı Go-proyla bizi bol bol filme çekmesi ve tüm bu aktiviteyi birkaç yüz liraya yapabilmek.  Öğleden sonra yalnız başıma üçüncü sorti ve sevgili Sardalyelere veda. İyi ki gelmişiz buralara.

 



Konaklama:      GT SEASIDE INN, OSLOB                                                                                                                       BONITA OASIS BEACH RESORT, MOALBOL

Yemek:               HUNGRY MONKEY, MOALBOAL

 

BORACAY ADASI:

10 Mart: Saat 11:00’de Cebu’dan Boracay’a uçacağız. Cebu’ya da 2-3 saatlik kara yolculuğu var. Taksimiz zamanında gelecek mi diye endişeleniyoruz. Şakası yok, gelmezse program aşağı çöker. Neyse ki taksi sabahın beşinde tam zamanında geliyor. Rahat bir yolculukla Cebu havaalanına varıyoruz. Sekiz gün evvel buraya geldiğimizde ne kadar harap olmuş vaziyetteydik, şimdiyse tüm güzel yaşanmışlıkları içimizde biriktirerek ve oh diyerek uçağımıza biniyoruz. Değişken hava koşullarında Camiguin’e kazasız belasız gidip gelebildik, Cebu adasında on saatten fazla taksiyle yolculuk yaptık, ana etkinliklerden hiçbirini kaçırmadık. Şükür, meleklerimiz hep bizimle. Uçak zamanında kalkıyor. Dünyanın en güzel uçak yolculuklarını Filipinler’de yapıyoruz. Cam kenarından altımızdan kayıp giden yüzlerce adayı seyretmek müthiş. Ama Boracay havaalanı belki de şimdiye kadar gördüklerimin en beteri. Bakkal dükkânı kadar bi yer, inen tonlarca uçağın bavulları tek bir banda veriliyor. Herkes alt alta üst üste. Burası Filipinler’in dünya çapında en çok bilinen yeri, bir nevi ülkenin Antalya’sı. Bu kadarına mı gücünüz yetiyor yav. Bilmeyen buradan Boracay adasına gidene dek telef olur. Defalarca tuk-tuk’a binmek, feribota ayrı bilet almak falan. Ev ödevimizi iyi yaptığımızdan havaalanından birleşik transfer alıyoruz ve otelimize kadar tek seferde gidiyoruz. Fairways Bluewater…tek kelimeyle tüm seyahatin en güzel oteli…nefis…Neredeyse bin dönüm büyüklüğünde dev bir otel kompleksi. İçinde bir oraya bir buraya vızır vızır ring seferleri. Rica ediyoruz, odamızı upgrade ediyorlar. Yemyeşil golf sahalarına bakan kocaman bir bahçe odası. Hemen programlara akıyoruz. Okyanusa tepeden bakan sonsuzluk havuzunda köpük partisi…havuza bir anda lapa lapa kar yağıyor…kocaman köpükler havalarda uçuşuyor…Elif köpüklerin içinde kayboluyor. Boracay’a akşam üzere iniyoruz ve harika bir gün batımına denk geliyoruz. Çok güzel manzaralı bir lokantada gelsin pizzalar!






11-13 Mart:
Boracay, Filipinler’in dünyaya açılan penceresi. Düzenli yollar, konforlu tuktuklar, merkezdeki açıkhava alışveriş merkezi D’mall, şık bistrolar ve buraya akan milyonlarca turist.  İlk defa kalabalıklara maruz kalmak ama bundan rahatsız olmamak. Adanın bir ucundaki dalgalı Puca Shell beach, arkasından Filipinler’in en ünlü plajı White beach. Tüm dünyadan bana tek bir tropik tatil kartpostalı seç gönder deseler herhalde o yer burası olurdu.  Upuzun bir kumsal, denize uzanan dev palmiyeler, sakin rengarenk bir deniz. Akşamları dünyanın en güzel gün batımlarından birini seyretmek. Denizin üstünde kaybolan kıpkırmızı güneş topunu, gün batımını takip eden onlarca yelkenli teknenin aynı anda denize açılmasını, denizin kırmızı kavuniçi bir renk paletine dönüşmesini yüzlerce insanla beraber muazzam bir sanat gösterisini izler gibi seyretmek... Şahane lokantalar, lezzetli yemek, canlı müzik, fıkır fıkır Boracay geceleri. Ama en güzeli kalabalıklardan yorulduğumuzda geri dönüp Fairways Bluewater’a sığınmak, sakinlikle odamızın bahçeye açılan balkonunda oturmak, yemyeşil golf sahalarının ve ormanların dinginliğini içimize çekmek. Yolculuğun bitmeyen koşuşturmasından sonra burası gerçekten bir vaha. Önümüzdeki nice maceraları düşündükçe burada giderek yavaşlıyoruz…yavaşlıyoruz. Nefis kahvaltılar…denizin üstündeki sonsuzluk havuzları…manzara seyir noktalarında şezlonglara uzanmak…otelin kumsalında gezinmeler…yemyeşil golf sahaları ve onları çevreleyen yürüyüş yolları…etrafa serpiştirilmiş hoş restoranlar…güler yüzlü personel…  Bir zaman sonra iyi ki Boracay’a gelmişiz demek yerine iyi ki bu güzel otele gelmişiz demeye başlıyoruz. Hiç abartmıyorum, bu otelde, bu odada aylarca sıkılmadan yaşayabilirdim. Gün içerisinde yalnız başıma Puca beach’e kaçmak…kumsalın sonuna dek yürümek…yürüdükçe kalabalıklar yok oluyor…palmiyelerin gölgesine uzanmak…dalgalı denizle bütünleşmek! Şükrediyorum. İyi ki Boracay yerine El Nido ’ya çok benzeyen Coron adasına gitmeyi seçmemişiz, iyi ki bu harika dinlenme durağını tam da Cebu ve Palawan adasının ortasına koymuşuz. Gücümüzü topladık. Yola devam.

14 Mart: Bugün El Nido ’ya direkt uçacağız. Biletler pahalı ama son dakikada bu hamleyi yaptığımıza memnunum, yoksa Puerto Princesa’ya uçup altı saatlik bir kara yolculuğu yapmak zorunda kalacaktık. Ama sevincimiz kursağımızda kalıyor. Hep Cebu Pasific ile uçuyorduk bu sefer sabıkalı Air Swift’ten biletlerimizi aldık…kazığı da yedik. Tam dört saat rötarla uçabiliyoruz. Boracay havaalanı o kadar dandik ki, otobüs şoförü bizi uçağa ulaştırmadan evvel gökyüzünü kolaçan edip uçak gelip gelmediğine bakıyor, gelmiyorsa vın diye fırlayıp ana pisti yararak uçakların park alanına geçiyor.  Kardeşim park alanını niye terminalin yanına değil de pistin diğer tarafına yaptınız yahu! Pırpırlı küçümen uçakla harika bir uçuş tüm bu gürültü patırtıyı unutturuyor. Coron adalarının üstünden geçiyoruz…keyifle manzarayı seyretmek… neredeyse helikopter turu yapmak gibi bir şey…El Nido havaalanı Filipinler’in en minnoş yeri. Kapalı bir terminali bile yok. Her tarafı açık dev bir çardak! Otele bavulları atıp sahile uzanıveriyoruz. Burnumuzun dibinde bir beach pub, nefis kulüp müzikleri, kahve. El Nido’nun heybetli adaları üzerine güneş batıyor. Çok yorucu oldu belki ama kendimizi tek parça buralara atabildik. Yarın yine yeni maceralar…yeni maceralar! 

 

Konaklama:       FAIRWAYS AND BLUE WATER, BORACAY

Yemek:               HAKUNA MATATA                                                                                                                                     ARIA RESTAURANT

DAROCOTAN ADASI

15 Mart: Bu yolculukta ne çok büyük hayallerimizi gerçekleştirdik ya. Bu cümleyi ne sık tekrarladık ya. Hep ıssız bir adada birkaç gün tüm dünyadan kopuk bir şekilde yaşamak isterdim.  İşte o ıssız adamızı buluyoruz. Darocotan island. El Nido’dan son bölümü offroadla geçen bir saatlik araba yolculuğu ve yarım saatlik tekne mesafesinde müthiş bir yer. Cennet dediğimiz böyle bi şey olmalı. Geçen sene kaldığımız Gili Meno’nun yarısından daha küçümen, içinde yerleşik hayatın olmadığı inanılmaz bakir bir ada. Bambudan bungalovlar, tek tük birkaç turist, minnoş mekân sahipleri. Daha hiç kimse tüccarlaşmamış burada. Yüz gülümsemeleri gerçek! Kamping, ucu bir tepecikle sonlanan ince bir kum dilinin üstüne kurulmuş. İki yanımız da deniz. Bir taraf dalgalıyken diğer taraf sakin. Kumsalda tek başımayım, hava çok güzel, saatlerce denize giriyorum…ama ne deniz…mavi yeşil fosforlu parlak…sessizlik, dinginlik, huzur…keşke tüm sevdiklerim şu an için yanımda olsaydılar ve buna dokunabilseydiler! Sonra şnorkelle açılmak. Farklı türlerde onlarca mercan. Kocaman mor ayçiçeklerine benzeyen mercanlar…daha önce hiç görmediğim vantuzlu mercanlar…güneş gibi parlayan sarı turuncu patlangaç mercanlar…ve hep bir başıma olmak…saatlerce deniz kenarında palmiyelerin gölgesinde hamakta tıngır mıngır sallanmak…yavaşlamak…Hiçbir şeyi yakalamak, hiçbir şeye yetişmek derdi yok…telaş yok…bir şeyi ıskalıyor muyum tedirginliği yok…hayata dokunmak var…bütünleşmek var…genişlemek var…Kampingcimiz seslenir. “Sadece dört pizza yapacak malzemem var, önce gelen kapar!”

16 Mart: Sabah erkenden adanın diğer ucundaki tekne batığına yürümek. Dev kum burnunun ucundan elli metre açılmak. Dibe gömülmüş on beş metrelik bir teknecik…batığa tek dalan benim. Teknenin içinden pürlemiş mercanlar, mercanların arasında gezinen bir palyaço balığı ailesi…teknenin her yerinde gezinen irili ufaklı onlarca balık sürüsü…buna dokunabilmek… Millet teknelerle uzun batık turlarına çıkıyor. Kalabalıklarla batıklara tıkış tıkış dalıyor. Bu güzel adacığın kendi batığı var…kumsalın hemen dibinde…ve bunu sadece benimle paylaşıyor. Sabah vakti deniz karıncanın su içtiği…kıpırtısız, durgun. Elif’le suda halatlar görüp duruyoruz. Teknelerin çapa halatları olsa gerek. Öyle mi gerek. İşkilleniyoruz. Yılan falan olmasın. Sonra kamping sahipleriyle aramızda şu tuhaf konuşma geçiyor.

·         Bu halatlar ne?

·         Onlar halat değil, su yılanı

·         Aaaa.. öyle mi! Herhalde zararsızdırlar bunlar, değil mi

·         Yooo…zehirlidirler. Eğer ısırırlarsa, you will have a very loooong holiday

·         !!!

·         Ulan Engin – bu son “ulan Engin” yolculuğumuzun mottosu oluyor!

Hamak-kitap-deniz…hamak-kitap-deniz. Sonrasında adanın diğer ucundaki ikinci kampinge gitmek. Zaten topu topu üç kamping var adada. Ormanların arasından kıvrılıp giden bir patika. Karşımıza tombalak bungalovlarıyla bir Hobbit köyü çıkıyor. Palmiyelerin arasında dev bir mantara benzeyen yoga merkezi…sahile varınca Peter Pan’ın romanlarından fırlamış üç katlı kocaman bir “bambu gökdeleni!” …zeminde lokanta var…üst katlarda hamaklar, sedirler…en tepede bir seyir terasçığı … Burası tam bir rainbow toplanma mekânı ya. Lokantada bize soruyorlar; “are you from the other side, yani başka bir tabirle are you the others! Lost’un adasına mı geldik ne ???” 

Gece vakti bizim kampingin kumsalından muazzam bir ay doğuşu…kocaman bir portakal göğe yükseliyor…mehtapta fenerleriyle ve kepçeleriyle denizde dolanan balıkçılar…Bildiğimiz gerçekliğin çok ötesine geçmek…maddenin bir nevi saydamlaşması…somuttan soyuta dalmak çıkmak. Durmadan gidip gelmek. Rüya damıyız…bir tür tuhaf gerçeklikte mi… Bungalovda uykuya dalmadan önce soruyorum kendime. “Neredeyiz abi biz…çakılı konfor alanlarımızın, alışkanlıklarımızın, bildik evrenimizin ne kadar uzağındayız ve ne kadar güzel”

17 Mart: Sabah altıda olağanüstü bir gün doğumu…tüm ada tılsımlanmış…kampingin köpekleriyle güneş doğarken denizde oynaşmak…büyülü anlar yaşıyoruz…bu anların bir daha geri gelmeyeceğini bilerek zamanı yavaşlatmak, anların içinde kaybolmak. Kahvaltı öncesinde sevgili batığıma son kez dalmak ve vedalaşmak…öğlen adayı terk etmeden sevgili denizime son kez dalmak ve vedalaşmak…Bizi adaya getiren şeker taksicimiz limanda bekliyor. Dönüş yolunda El Nido’nun dünyaca ünlü Nacpan plajına uğruyoruz. Palmiyelerle bezenmiş kilometrelerce uzunlukta bir sonsuzluk kumsalı, dalgalı pırıl pırıl deniz. Elif sahildeki bir lokantada balık yerken ben koca dalgalarda body surfing yapan…Çok keyifli ya. Akşam El Nido ’da üç gün evvelki beach pub’da yine ritmik müzikler eşliğinde margaritalarla günü batırmak. Ne çok şey yaşandı şu son üç günde…ve ne güzeldi. 












Konaklama:       ECO CAMP DOS PLAYA DORACOTAN

EL NİDO

18 Mart: El Nido serüveni bugün başlıyor. Filipinler’in en büyük turistik alameti farikalarından biri El Nido’nun tekne turları. Dört temel turdan ikisini, A ve C turlarını otelimizden alıyoruz. Bugün Tur C günü. Programımız sırayla Helicopter island, Talisay beach ve Hidden beach. Gezdiğimiz adaların hiçbiri yerleşik değil. Avustralya Survivor birkaç sene evvel bu adalardan birinde yapılmış. Turkuaz denizi yara yara gidiyoruz teknemizle. Sessiz ve kocaman dalgaların üzerinden süzülüyoruz. Her bir gözeneğinden yemyeşil ormanlar fışkıran kayalık adalar. Bol bol denize girmek, ıssız bir kumsalda hızlıca ve hamaratça kurulan bir sofrada keyifli bir öğlen yemeği, tekne grubu da çok şirin, herkes çabucak kaynaşıyor. Öğleden sonra tam da bu turlar çok hoş ama anlatıldığı kadar olağanüstü değil derken, Hidden Beach ’de tek kelimeyle kendimizden geçiyoruz. Kireç taşı kayalıkların arasından dar bir geçitten yüzüp saklı kumsala, belki de gizli cennete varıyoruz.  Derin deniz aniden sığlaşıyor. Turkuazlar yerini parlak sarılara, turunculara bırakıyor. Ama renkleri anlatmak için kelimeler kifayetsiz. Tabiat ana burada bir “resim” yapmış. Biz kibirli insancıklara neyi yapıp neyi yapamayacağımızı, çok gururlandığımız sanatlarımızla onun yaratma gücünü ancak taklit edebileceğimizi ama yerine asla geçemeyeceğimizi bilgece göstermiş. Mutluluk patlamaları, gerçekleşme anları…Rehberimiz o kadar cana yakın ki. Elif’i lagüne kanoyla getiriyor, bizim en güzel anlarımızı çektiği resimlerle ve videolarla ölümsüzleştiriyor. Kalabalıklarla dolup taşan bu yer şansımıza son derece tenha ve sessiz. Meleklerimiz hep bizimle. El Nido geceleri. Karnavala denk gelmek. Süslü püslü rengarenk hatunlar geçidi…bando müziği…çok eğlenceli.



19 Mart: Bugün Tur A günü...Tüm turların kraliçesi. Program Secret lagoon, Big lagoon ve seven commando beach. Secret lagoon ’da küçük bir mağaracıktan saklı bir lagüne geçiş yapmak, kireç taşı kayalıkların dışa bombe yapmış çıkıntılarının altından yüzmek, sahile çıkıp ağaçlarla gölgelenmiş gizli geçitlerden öteki sahillere uzanmak. Öğleden sonra, tam gün aynı dünkü gibi yavanlaşmaya başlamışken yine bir kuantum sıçramasıyla gerçek üstüne geçmek. Big lagoon. Adaların arasından içeriye sokulan muazzam bir boğaz…ve burada kano yapmak! Belimden acayip tırsıyorum ama artık yolculuğun sonuna geldik. Yürü Engin! Bir Uruguaylıyla kanoyu paylaşıyoruz. Kürek çekerek boğaza girmek…renklerin dün olduğu gibi tılsımlı bir şekilde turkuazlardan sarılara doğru açılması…iki yanımız kayalık duvarlar…harikulade bir manzara…tabiat ananın eşsiz yaratma gücü… kanoyu bırakıp denize giriyoruz… güzelliklerle kutsanıyoruz…arınıyoruz…tekrar kanoya biniyoruz…boğazın kıvrım yaptığı yerden dönüyoruz, bir ormana geliyoruz…yeşil ve lacivert, ahenkle uyumla birbirine karışıyor…kanoyla dar labirentlerden geçiyoruz…hiç durmayan bir yüz gülümsemesi…hep şükretmek! Benim Uruguaylı sosyal medya fenomeniymiş meğer. Dronla çektiği harika görüntüleri paylaşmayı teklif etmesin mi! Kano kardeşliği böyle bir şey olsa gerek! Meraktan ölüyorum. Acaba neler gelecek. Akşama şahane videolar gönderiyor ve bizi mest ediyor. Ya gerçekten çok şanslıyız. Go-promuz yok, dronumuz yok ama oradan buradan müthiş çekimler topluyoruz seyahat boyunca.

 





Konaklama:       INNGO TOURIST INN, EL NIDO 

Yemek:                ART CAFE

 

PORT BARTON

20-22 Mart: Dört saatlik bir yolculukla öğlen vakti Port Barton’a varıyoruz ve otele yerleşiyoruz. Minibüste eciş bücüş oturmaktan sırtım kopuyor. Dün kano yaparken belime arkadan rüzgâr da yemiştim. Çok kötü değilim ama bayağı yamuluyorum. İyi ki El Nido’nun zorlu tekne turlarını yolculuğun sonuna bırakmışız. Öbür türlü turşuya dönermişiz.  

Otel personeli gerçekten çok güler yüzlü. Ama seyahatin başından beri ilk defa iki gün boyunca hava bulutlu bizim de içimiz bulutlu, fırtınalı ve sağanak yağışlı. Ülkemizden yükselen ve sesi ta buradan bile duyulan despotizmin çizme sesleri. İmamoğlu’nu hiçbir gerekçe göstermeden hapse atmışlar. Tüm ülke akın akın Saraçhane’deki belediye binasına protestoya koşuyor. Zombi gibiyiz. Burada zamanın nasıl geçtiğini pek hatırlamıyoruz. Artık dönmenin ve gerçeklerle yüzleşmenin zamanı geldi. Hoşça kal cennet!

Bu yolculukta o kadar çok “İLK” yaşadık ki

o    Hayatımda gördüğüm

§  İlk kum adacıkları; White island Camiguin

§  İlk dev balina köpek balıkları; Oslob

§  İlk binlerce balıklık dev sardalye sürüleri; Moalboal

§  İlk kez bir batığa dalmak…hem de tek başıma; Darocotan island

§  Ve ilk kez yerleşik olmayan ıssız bir adada kalmak; Darocotan island

o     Diğer taraftan

§  Hayatımın en güzel minik adası; Mantigue island Camiguin

§  Hayatımın en güzel yerleşik ama turizmden uzak kalmış bakir adası; Camiguin

§  Hayatımın en güzel kano keyfi; Big lagoon El Nido

§  Hayatımda yüzdüğüm en güzel küçümen şelaleler; Camiguin

§  Ve hayatımda uzun bir süre yaşamayı isteyeceğim en güzel otel; Fairway Bluewaters Boracay

 

Konaklama:       MORNING STAR PORT BARTON

Yemek:                OLIVE’S CRIB



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kendime ellinci yaş hediyesi: Güney Afrika, Zimbabwe, Zambiya, Bostwana

BALKANLAR - Arabayla Balkan Turu - 7 ülke - 3,500 km