FİLİPİNLER - SAKLI CENNET
Yılbaşından beri Filipinler hayalleri kuruyoruz. Araştırıyoruz, geliştiriyoruz. Sonunda çok bilinen turist rotalarının ötesinde muazzam bir program ortaya çıkıyor. Die Hard 4.0 filmindeki bir sahnede Bruce Willis’in deyimiyle “Galiba biraz abarttık!” On kez uçağa bineceğiz, kırk saate yakın uçacağız, 15-16 saat kara yolculuğu yapacağız, Beş koca sektör gezeceğiz. Bakir Camiguin, Cebu ana kara ve şehirler, turistik Boracay, ıssız Darocotan ve El Nido’nun tekne turları. Neyse ki yağmur sezonunda gitmiyoruz derken, yolculuk tarihine yaklaştıkça apışıp kalıyoruz. Yolculuk forumları fırtınalardan, şiddetli yağışlardan, toprak kaymalarından, günlerce iptal edilen uçuşlardan geçilmiyor. Noluyo yav deyip chatcbt’ye girince feleğin sillesini yiyoruz. 5-6 yılda bir görünen La Nina fenomeni. Yağmur sezonunun yaz dönemine taşması…daha soğuk havalar, beklenmeyen iklim hareketleri. Eyvah şimdi battık işte. Onlarca uçuştan birinin ipinin ucunu kaçırsak program domino taşları gibi içine içine çökecek. Neyse en iyisi akışa bırakmak. Her büyük maceranın öncesinde karın ağrıları çekmek artık bir “Kubilay klasiği” haline geldi.
FİLİPİNLER CAMIGUIN ADASI
2 -3 Mart: Öğlen Manila üzerinden Cebu’ya varıyoruz. Camiguin
adası öncesinde bir gün dinleneceğiz burada. Lapu Lapu ilçesinde kalıyoruz.
Lapu Lapu Filipinler’in yerel kahramanı. Az buz değil, Macellan’ı öldürmüş. Hem
de tam da burada, bizim otelin biraz berisinde. Her kuşun eti yenmez demiş
özetle. Akşam bir Kore lokantasında
belki de tüm seyahatin en güzel yemeğini yiyoruz. Kestirmeden nirvanaya ulaşmak
böyle bir şey olsa gerek. Sonraki gün sabah rahat bir uçuşla Camiguin adasına
varıyoruz. Şimdiye kadar gördüğüm en minnoş havaalanlarından biri. İçinde tek
bir bagaj bandı olan, şekercik bir yer. Otelimize yerleşiyoruz.
4 Mart: Hayatımda hep denizin hiçliğinde kaybolmuş küçük kum adacıklarına gitmeyi hayal etmiştim. Bunun belki de dünyadaki en güzellerinden biri…White island…Camiguin ’in alameti farikası…denizin göbeğindeki dev bir at nalı kumulu... Sabah erkenden iskeleden kalkan küçük sandallarla adaya ulaşmak. Hava bulutlu. Yağmur çiseliyor. Derken Camiguin’e vardığımızdan beri ilk kez güneş açıyor ve tüm dünyayı parlak renklerle yeniden yaratıyor. Paslı kumul göksel bir fırça darbesiyle canlı sarılara, turunculara boyanıyor, puslu deniz bir anda turkuazlanıyor. Her yerden gökkuşakları beliriyor. Arkamızda Camiguin adasının yemyeşil volkanları…zirveleri bembeyaz bulutlarla kaplı…bulutlar zirvelerde raks ediyorlar sanki. Kumulun en ucundan rengarenk denize giriyorum. Herşey yavaşlıyor, zaman ve mekân tılsımlanıyor. İlk mutluluk patlamaları! Şükür…Sadece şu an için bile bu kadar uzaklara gelmeye değerdi.
5 Mart: Bugün hedefimiz Camiguin ’in diğer alameti
farikası…belki de Filipinler’e gelme sebebimiz…Mantigue island…sadece elli
dönümlük müthiş define adası…kıyıdan yaklaşık dört kilometre uzaklıkta…uzun bir
kum dili olan…ortası palmiye ormanlarıyla kaplı… Jules Verne’in macera romanlarının
içine giriyoruz sanki. Adaya kısa bir tekne yolculuğuyla varıyoruz, ağaçların
altında gölgeli bir çardağa kuruluyoruz, sonrasında adayı turluyoruz…Elif on
dakika yürüdükten sonra “hadi, geri dönelim” deyince, beş dakika daha yürüyelim
diyorum ve başlangıç noktamıza varıyoruz! Ada boş. Kitle turizmi buralara henüz
varmamış…adanın arka tarafları ise bomboş…Burada yapayalnız denize
girmek…dünyamızın kurallarının işlemediği başka bir evrene geçmek
gibi…yerçekimsiz…denizin mavisinin şimdiye kadar hiç bilmediğim tılsımlı
tonları…şifa veren…sağaltan … içimde saklı kalmış damlayı ait olduğu koca
okyanusa karıştıran…anın sonsuzluğunda zamanın kaybolması… müthiş bi şey
yaşıyorum. Küçük adayı kaplayan
yemyeşil ormancık, ileride Camiguin ‘in bulutlarla kaplı volkanlarının heybeti…Zamanın
ileriye kımıldayan okundan kurtulup hep buraya saklanmak istiyorum.
Çardağımızda öğle uykusu, Elif’in hep gülümseyen yüzü…Onun da mutlu olduğunu
görmek ne güzel. Dönüş yolu. Arabamıza atlayıp adayı turlamaya devam. Kendimizi
o kadar akışa bırakmışız ki… Yol bizi nereye götürürse. Ve…Yol bizi çoook güzel
bir yere götürüyor. Denizden içeriye süzülmüş ve mükemmel bir daire oluşturmuş nefis
bir lagün…sönmüş bir volkanın sanki pergelle çizilmiş kusursuz krater gölü…Taguines…Göl
kenarında şahane bir lokanta…blue lagoon cottages…müthiş manzara ve Elif’in
seyahat boyunca yediği en lezzetli balık…Mutluluk haleleri içimizde dışımızda
parlamaya devam ediyor. Devam. Küçük küçük yollara sapmak…kaybolmak…minik
köylerden geçmek…okulcuğun tekinde açıkta yapılan bir veli toplantısı…ada
hayatına dokunabilmek…akşam yine çok güzel bir lokanta…karidesin dibini görmek…
6 Mart: Bugün hava puslu. Mantigue island iskelesine kadar gidip oradan geri dönüyoruz. Dün buranın en güzel hallerini gördük. Kötü havada zorlamaya gerek yok. Arabayla adadaki çağlayanları gezmeye karar veriyoruz. İlk durağımız Katibawasan şelalesi. Chill out Jordan müziklerimizi dinleye dinleye daracık yollardan yemyeşil volkanlara doğru tırmanmak. Toyotayı park ettikten sonra üç adımda şelaleye ulaşmak… tek tük birkaç turist var ve onlarda kısa bir süre sonra gidiyorlar. Tüm şelalede yalnız biz kalıyoruz. Yüze yüze suyun tonlarca döküldüğü noktaya ulaşmak…Gümbür gümbür akan çağlayanla uyumlanmak…dünyanın tüm gürültüleri geride kalmış…sadece tabiatın müthiş yaratma gücü. Elif de çok mutlu. Yola devam… Doğaçlamaya devam. Aniden verilen karar ve White island’a öğleden sonra son sorti. Adaya giden son sandal. Hiç beklemezken seyahatin nirvanasına ulaşmak. Koca kumullar gelgitle beraber sulara gömülmüş…denizin üstünde sadece ince bir kum dili kalmış. Camiguin ’in volkanları tüm heybetiyle karşımda uzanıyorlar…zirveleri bulutlarla taçlanmış…gelgit geliyor da geliyor…son kalan kumulları da örtüyor. Ve ben beyaz adacıkta tek başıma mutluluk patlamalarıyla yürüyüp gidiyorum. Denizin fosforlu mavi yeşilleri içinde kaybolmak… hayatımın en güzel denizlerinden birine girmek…içimde bir şeyler genişleyip duruyor. Son kalan kum taneleri de kaybolup giderken adadan en son ayrılanlar biz oluyoruz. Akışta olmanın güzelliği. Gezmeye doyamıyorum. Yürüyerek otele döndükten sonra Elif’i alıp tekrar adayı turlamaya çıkmak. Elif arabayı kullanıyor…ne de keyifli kullanıyor. Bu sefer adanın diğer tarafındaki Tuasan şelalesine gidiyoruz. Arabayı bıraktığımız gibi birkaç adımda çağlayanın yanındayız. Elif bayılıyor bu işe. Bali’de her şelaleye saatlerce inip uflaya puflaya merdivenlerden çıktıktan sonra burası tek kelimeyle cennet! Bugün gerçekten meleklerin eli üstümüzde geziyor. Burası da neredeyse bomboş. Tuasan bir öncekine göre daha alçaktan ama vahşice akıyor... yanına geleni gümbürtüsüyle önce dövüyor sonra kovuyor. Büyük bir mutlulukla yüzmek, acele etmemek, tüm kostümlerini, zırhlarını suya bırakıp içi dışı bir olmak, çıplak kalmak. Bugün ne çok mucize arka arkaya geldi böyle.
7 Mart: Dönüş yolculuğu. Buraya gelmekle ne iyi etmişiz. Camiguin adası kadar bakir bir yer çok az gördüm. Dünyada her bölge turizmin hışmına uğrarken, binlerce turist tarafından didik didik edilirken burası kendini koruyabilmeyi başarabilmiş. Küçük köyler, okullardan çıkan Filipinli öğrenciler, çakaralmaz bir masa bir kasa bakkallar, bomboş yollar. İyi ki araba kiralamışız. Başka türlü gezemezdik buraları.
Pırpır uçakla adaların üzerinden harika bir uçuş. Cebu’ya
ikinci defa inmek. Forumlardan yakaladığımız bir taksi tarafından
karşılanmak…ve…140 kilometrelik yolu ancak beş saatte aşabilmek. Trafik…trafik…trafik…Filipinler’in
en büyük ikinci şehri Cebu…gökdelenler, kocaman AVM’ler hemen yanında teneke
mahalleler, lağım nehirlerinde yüzen çocuklar. Bir modernleşme çabası var…ama
sanki bir şeyler pek yerine oturmamış. Akşam
sekize doğru Oslob’a varabiliyoruz. Sabah uçak, arkasından saatlerce dur kalk
yol canımızı çıkarıyor. Dün yediği yemek Elif’e dokundu. Midesi çok kötü. Ateşi
çıkıyor zavallıcığımın. Umarım yarına toparlar.
Konaklama: VIVIEN’S HOTEL, CEBU PARAS BEACH RESORT, CAMIGUIN (akşam yemeği de müthiş)
Yemek: KAYA KOREAN BBQ, CEBU GUERRERA RİCE PADDY VİLLAS, CAMIGUIN
CEBU ADASI
8 Mart: Oslob’ un alameti farikası balina köpekbalıkları. On
metreyi aşan boylarıyla yer kürenin en büyük balıkları. Bu muazzam yaratıklar
dünyada bir elin parmağından az yerde görülebiliyorlar. Oslob dünya balina köpek balığı başkenti. Burada harika bir
şey gerçekleşiyor. Balina köpek balıkları beslenmek için sabah saatlerinde
kıyıya geliyorlar, öğlen vakti yine açıklara dönüyorlar. Burası bir akvaryum
değil, hiçbir kafes, açılmalarını engelleyen ağ yok. Dilediklerince geliyorlar,
dilediklerince gidiyorlar. Son derece zararsızlar, insanlara alışmışlar. Neyse ki
turumuzu haftalar öncesinden otelimizden rezerve etmiştik. Ama yüzme alanı bir
hengâme. Kısıtlı bir zaman var ve önceden alınmış biletlere rağmen kalabalıktan
turu yakalamaya zaman yetmeyecek gibi. Neyse ki imdadımıza tuktukçumuz ve
rehberimiz Ramon yetişiyor. Altından giriyor, üstünden çıkıyor, gişedekileri
kafalıyor, biletimizi taştan çıkarıyor. Tam ümidimizi kaybetmeye başlamışken
mucizevi şekilde kendimizi kayıkta buluyoruz. Balinaları ürkütmemek için sadece
kürek çekerek ilerliyoruz. Kısa bir süre sonra görünüyorlar ve ben de denize
atlıyorum.
Şnorkelle dibe dalmamla beraber şoka giriyorum. Koca bir
dev sürtünürcesine yanımdan süzülüveriyor. Bunlar dünya dışı varlıklar,
Salvador Dali’nin en çılgın hayallerinin bile ötesinde olağanüstü yaratıklar. Ayrı bir uzay boyutundan kopup gelmişler, burada aramızda
yaşıyorlar. Şakacı bir tanrı sanki hepsinin üzerine farklı farklı takım
yıldızlar resmetmiş. Kim bilir belki de geldikleri uzak diyarların yön bilgileri
üzerlerine çizilmiş…işaretlenmiş…kaydedilmiş…Barışçıllar, bilgeler, bizim
dünyasal gürültülerimizin çok uzağındalar. Çoook iyi ya! Kayıktaki üç beş
turist ya denize girmiyorlar ya da kayığın denge çubuklarına tutunuyorlar. Ben
ise açık denizde tek başıma bu muazzam varlıklarla yüzen…sürekli
gülümseyen…şükreden… Biri bir yanımdan geçiyor, diğeri öbür yanımdan.
Kuyrukları yüzüme sürtünüyor. Mutluluk patlamaları. Elif de sonunda dayanamayıp
“Engin, geliyoruuum!!!”, diyerek denize atlıyor ve bilge balıklarla
selamlaşıyor.
Tüm bu olağanüstü deneyimi go-pro çekimleri dahil bizim paramızla toplam beş yüz liraya yani on beş amerigan dolarına yapıyoruz. Şaka gibi…Maldivler ’de bu turu kişi başı anca yüz dolara falan alabilirdik belki. Ramon ve küçük kızı çok tatlılar. Bu yolculuğun bir numaralı hedefini onlarsız az kalsın ıskalıyorduk. Bizi, bugünü ve yolculuğu kurtardılar. Güzel bir bahşiş verince öyle şaşırıyorlar ki! Filipinler’de şimdiye kadar insanlardan çakallık görmedik, dolu dolu masumiyet! Arkamızı kollamamayı ne çok özlemişiz. Otelde güzel bir kahvaltı. Sonrasında dünkü tatlı şoförümüz bizi alır. Hedef Moalbaol… Sardin run! Dün yolda şoförümüzle hem Oslob-Moalboal hem de Moalboal-Cebu gidişlerini ayarladık. Üstümüzden bir yük kalktı. İki saatlik bir yolculuktan sonra öğleden sonra otelimize varıyoruz. Yorgunuz. Tüm gün mayışıyoruz. Akşam Moalboal sokaklarına akmak. Hungry monkey’de harika karides menüsü. Yanımızdaki pub ’da canlı müzik ve biralama.
9 Mart: Moalboal ’un alameti farikası sahildeki mercan
resiflerinde büyük sürüler halinde gezen Sardalye balıkları. Bu olayı dünyada
Moalboal’dan başka bu kadar rahatlıkla izleyecek herhangi bir yer yok. Sabah
erkenden rehberim Nick’le beraber resiflere ilk sorti. Sahilin hemen açığında
işte karşımdalar. Yüzlerce, binlerce değil on binlerce Sardalye. Hepsi tek bir
varlık halinde hareket ediyorlar. Saniyeler içinde yüzlerce parçaya
ayrılıyorlar, saniyeler içerisinde birleşip tek bir bütün oluşturuyorlar. Muazzam
bir şeye şahit oluyorum. Sardin
run…Sardalyelerin büyük koşusu! Biz insancıklara ne çok ders var burada. Biz
ya sahte bireyselliğimiz, sahte seçimlerimiz içinde dört bir
yana saçılıyoruz ya da softalık, milliyetçilik tazyikiyle sürülere dönüştüğümüzde her tarafı patlak çirkin
bir kakofoni oluşturuyoruz. Bu ufaklıklar ise birleştiklerinde müthiş bir uyum
yakalayarak tek bir varlık gibi hareket ediyorlar. Maneviyatın temeli olan
damlanın bütüne kavuşması ve bütünle uyum içinde titreşmesi tam da buna
benziyor olsa gerek. Öğlen bu sefer Elif’i de aramıza katarak ikinci sorti. Koca
bir kaplumbağaya denk gelmek, Elif’in de tüm bu mucizelere tanık olması ve çok
keyif alması, Nick’in ayarladığı Go-proyla bizi bol bol filme çekmesi ve tüm bu
aktiviteyi birkaç yüz liraya yapabilmek. Öğleden sonra yalnız başıma üçüncü sorti ve
sevgili Sardalyelere veda. İyi ki gelmişiz buralara.
Konaklama: GT SEASIDE INN, OSLOB BONITA OASIS BEACH RESORT, MOALBOL
Yemek: HUNGRY
MONKEY, MOALBOAL
BORACAY ADASI:
10 Mart: Saat 11:00’de Cebu’dan Boracay’a uçacağız. Cebu’ya
da 2-3 saatlik kara yolculuğu var. Taksimiz zamanında gelecek mi diye
endişeleniyoruz. Şakası yok, gelmezse program aşağı çöker. Neyse ki taksi sabahın
beşinde tam zamanında geliyor. Rahat bir yolculukla Cebu havaalanına varıyoruz. Sekiz gün evvel
buraya geldiğimizde ne kadar harap olmuş vaziyetteydik, şimdiyse tüm güzel
yaşanmışlıkları içimizde biriktirerek ve oh diyerek uçağımıza biniyoruz.
Değişken hava koşullarında Camiguin’e kazasız belasız gidip gelebildik, Cebu
adasında on saatten fazla taksiyle yolculuk yaptık, ana etkinliklerden
hiçbirini kaçırmadık. Şükür, meleklerimiz hep bizimle. Uçak zamanında kalkıyor.
Dünyanın en güzel uçak yolculuklarını Filipinler’de yapıyoruz. Cam kenarından
altımızdan kayıp giden yüzlerce adayı seyretmek müthiş. Ama Boracay havaalanı
belki de şimdiye kadar gördüklerimin en beteri. Bakkal dükkânı kadar bi yer,
inen tonlarca uçağın bavulları tek bir banda veriliyor. Herkes alt alta üst
üste. Burası Filipinler’in dünya çapında en çok bilinen yeri, bir nevi ülkenin
Antalya’sı. Bu kadarına mı gücünüz yetiyor yav. Bilmeyen buradan Boracay
adasına gidene dek telef olur. Defalarca tuk-tuk’a binmek, feribota ayrı bilet
almak falan. Ev ödevimizi iyi yaptığımızdan havaalanından birleşik transfer
alıyoruz ve otelimize kadar tek seferde gidiyoruz. Fairways Bluewater…tek
kelimeyle tüm seyahatin en güzel oteli…nefis…Neredeyse bin dönüm büyüklüğünde
dev bir otel kompleksi. İçinde bir oraya bir buraya vızır vızır ring seferleri.
Rica ediyoruz, odamızı upgrade ediyorlar. Yemyeşil golf sahalarına bakan
kocaman bir bahçe odası. Hemen programlara akıyoruz. Okyanusa tepeden bakan
sonsuzluk havuzunda köpük partisi…havuza bir anda lapa lapa kar yağıyor…kocaman
köpükler havalarda uçuşuyor…Elif köpüklerin içinde kayboluyor. Boracay’a akşam
üzere iniyoruz ve harika bir gün batımına denk geliyoruz. Çok güzel manzaralı
bir lokantada gelsin pizzalar!
14 Mart: Bugün El Nido ’ya direkt uçacağız. Biletler pahalı ama son dakikada bu
hamleyi yaptığımıza memnunum, yoksa Puerto Princesa’ya uçup altı saatlik bir
kara yolculuğu yapmak zorunda kalacaktık. Ama sevincimiz kursağımızda kalıyor.
Hep Cebu Pasific ile uçuyorduk bu sefer sabıkalı Air Swift’ten biletlerimizi
aldık…kazığı da yedik. Tam dört saat rötarla uçabiliyoruz. Boracay havaalanı o kadar dandik
ki, otobüs şoförü bizi uçağa ulaştırmadan evvel gökyüzünü kolaçan edip uçak
gelip gelmediğine bakıyor, gelmiyorsa vın diye fırlayıp ana pisti yararak uçakların park alanına geçiyor. Kardeşim park alanını niye terminalin yanına değil de pistin diğer tarafına yaptınız yahu! Pırpırlı küçümen uçakla harika
bir uçuş tüm bu gürültü patırtıyı unutturuyor. Coron adalarının
üstünden geçiyoruz…keyifle manzarayı seyretmek… neredeyse helikopter turu yapmak gibi bir şey…El
Nido havaalanı Filipinler’in en minnoş yeri. Kapalı bir terminali bile yok. Her
tarafı açık dev bir çardak! Otele bavulları atıp sahile uzanıveriyoruz. Burnumuzun
dibinde bir beach pub, nefis kulüp müzikleri, kahve. El Nido’nun heybetli adaları
üzerine güneş batıyor. Çok yorucu oldu belki ama kendimizi tek parça buralara
atabildik. Yarın yine yeni maceralar…yeni maceralar!
Konaklama: FAIRWAYS
AND BLUE WATER, BORACAY
Yemek: HAKUNA MATATA ARIA RESTAURANT
DAROCOTAN ADASI
15 Mart: Bu yolculukta ne çok büyük hayallerimizi
gerçekleştirdik ya. Bu cümleyi ne sık tekrarladık ya. Hep ıssız bir adada
birkaç gün tüm dünyadan kopuk bir şekilde yaşamak isterdim. İşte o ıssız adamızı buluyoruz. Darocotan island.
El Nido’dan son bölümü offroadla geçen bir saatlik araba yolculuğu ve yarım
saatlik tekne mesafesinde müthiş bir yer. Cennet dediğimiz böyle bi şey olmalı.
Geçen sene kaldığımız Gili Meno’nun yarısından daha küçümen, içinde yerleşik
hayatın olmadığı inanılmaz bakir bir ada. Bambudan bungalovlar, tek tük birkaç
turist, minnoş mekân sahipleri. Daha hiç kimse tüccarlaşmamış burada. Yüz
gülümsemeleri gerçek! Kamping, ucu bir tepecikle sonlanan ince bir kum dilinin
üstüne kurulmuş. İki yanımız da deniz. Bir taraf dalgalıyken diğer taraf sakin.
Kumsalda tek başımayım, hava çok güzel, saatlerce denize giriyorum…ama ne
deniz…mavi yeşil fosforlu parlak…sessizlik, dinginlik, huzur…keşke tüm
sevdiklerim şu an için yanımda olsaydılar ve buna dokunabilseydiler! Sonra
şnorkelle açılmak. Farklı türlerde onlarca mercan. Kocaman mor ayçiçeklerine
benzeyen mercanlar…daha önce hiç görmediğim vantuzlu mercanlar…güneş gibi
parlayan sarı turuncu patlangaç mercanlar…ve hep bir başıma olmak…saatlerce
deniz kenarında palmiyelerin gölgesinde hamakta tıngır mıngır sallanmak…yavaşlamak…Hiçbir
şeyi yakalamak, hiçbir şeye yetişmek derdi yok…telaş yok…bir şeyi ıskalıyor
muyum tedirginliği yok…hayata dokunmak var…bütünleşmek var…genişlemek
var…Kampingcimiz seslenir. “Sadece dört pizza yapacak malzemem var, önce gelen
kapar!”
16 Mart: Sabah erkenden adanın diğer ucundaki tekne batığına
yürümek. Dev kum burnunun ucundan elli metre açılmak. Dibe gömülmüş on beş
metrelik bir teknecik…batığa tek dalan benim. Teknenin içinden pürlemiş
mercanlar, mercanların arasında gezinen bir palyaço balığı ailesi…teknenin her yerinde gezinen irili ufaklı onlarca balık sürüsü…buna
dokunabilmek… Millet teknelerle uzun batık turlarına çıkıyor. Kalabalıklarla
batıklara tıkış tıkış dalıyor. Bu güzel adacığın kendi batığı
var…kumsalın hemen dibinde…ve bunu sadece benimle paylaşıyor. Sabah vakti deniz
karıncanın su içtiği…kıpırtısız, durgun. Elif’le suda halatlar görüp duruyoruz.
Teknelerin çapa halatları olsa gerek. Öyle mi gerek. İşkilleniyoruz. Yılan
falan olmasın. Sonra kamping sahipleriyle aramızda şu tuhaf konuşma geçiyor.
·
Bu
halatlar ne?
·
Onlar
halat değil, su yılanı
·
Aaaa..
öyle mi! Herhalde zararsızdırlar bunlar, değil mi
·
Yooo…zehirlidirler.
Eğer ısırırlarsa, you will have a very loooong holiday
·
!!!
·
Ulan
Engin – bu son “ulan Engin” yolculuğumuzun mottosu oluyor!
Hamak-kitap-deniz…hamak-kitap-deniz. Sonrasında
adanın diğer ucundaki ikinci kampinge gitmek. Zaten topu topu üç kamping var adada.
Ormanların arasından kıvrılıp giden bir patika. Karşımıza tombalak
bungalovlarıyla bir Hobbit köyü çıkıyor. Palmiyelerin arasında dev bir mantara
benzeyen yoga merkezi…sahile varınca Peter Pan’ın romanlarından fırlamış üç
katlı kocaman bir “bambu gökdeleni!” …zeminde lokanta var…üst katlarda
hamaklar, sedirler…en tepede bir seyir terasçığı … Burası tam bir rainbow
toplanma mekânı ya. Lokantada bize soruyorlar; “are you from the other side,
yani başka bir tabirle are you the others! Lost’un adasına mı geldik ne
???”
Gece vakti bizim kampingin kumsalından muazzam bir ay
doğuşu…kocaman bir portakal göğe yükseliyor…mehtapta fenerleriyle ve
kepçeleriyle denizde dolanan balıkçılar…Bildiğimiz gerçekliğin çok ötesine
geçmek…maddenin bir nevi saydamlaşması…somuttan soyuta dalmak çıkmak. Durmadan gidip gelmek. Rüya damıyız…bir
tür tuhaf gerçeklikte mi… Bungalovda uykuya dalmadan önce soruyorum kendime.
“Neredeyiz abi biz…çakılı konfor alanlarımızın, alışkanlıklarımızın, bildik
evrenimizin ne kadar uzağındayız ve ne kadar güzel”
17 Mart: Sabah altıda olağanüstü bir gün doğumu…tüm ada
tılsımlanmış…kampingin köpekleriyle güneş doğarken denizde oynaşmak…büyülü
anlar yaşıyoruz…bu anların bir daha geri gelmeyeceğini bilerek zamanı
yavaşlatmak, anların içinde kaybolmak. Kahvaltı öncesinde sevgili batığıma son
kez dalmak ve vedalaşmak…öğlen adayı terk etmeden sevgili denizime son kez
dalmak ve vedalaşmak…Bizi adaya getiren şeker taksicimiz limanda bekliyor. Dönüş
yolunda El Nido’nun dünyaca ünlü Nacpan plajına uğruyoruz. Palmiyelerle bezenmiş
kilometrelerce uzunlukta bir sonsuzluk kumsalı, dalgalı pırıl pırıl deniz. Elif
sahildeki bir lokantada balık yerken ben koca dalgalarda body surfing
yapan…Çok keyifli ya. Akşam El Nido ’da üç gün evvelki beach pub’da yine ritmik
müzikler eşliğinde margaritalarla günü batırmak. Ne çok şey yaşandı şu son üç
günde…ve ne güzeldi.
Konaklama: ECO CAMP DOS PLAYA DORACOTAN
EL NİDO
18 Mart: El Nido serüveni bugün başlıyor. Filipinler’in en
büyük turistik alameti farikalarından biri El Nido’nun tekne turları. Dört
temel turdan ikisini, A ve C turlarını otelimizden alıyoruz. Bugün Tur C günü.
Programımız sırayla Helicopter island, Talisay beach ve Hidden beach.
Gezdiğimiz adaların hiçbiri yerleşik değil. Avustralya Survivor birkaç sene
evvel bu adalardan birinde yapılmış. Turkuaz denizi yara yara gidiyoruz
teknemizle. Sessiz ve kocaman dalgaların üzerinden süzülüyoruz. Her bir
gözeneğinden yemyeşil ormanlar fışkıran kayalık adalar. Bol bol denize girmek, ıssız
bir kumsalda hızlıca ve hamaratça kurulan bir sofrada keyifli bir öğlen yemeği,
tekne grubu da çok şirin, herkes çabucak kaynaşıyor. Öğleden sonra tam da bu
turlar çok hoş ama anlatıldığı kadar olağanüstü değil derken, Hidden Beach ’de
tek kelimeyle kendimizden geçiyoruz. Kireç taşı kayalıkların arasından dar bir
geçitten yüzüp saklı kumsala, belki de gizli cennete
varıyoruz. Derin deniz aniden
sığlaşıyor. Turkuazlar yerini parlak sarılara, turunculara bırakıyor. Ama renkleri
anlatmak için kelimeler kifayetsiz. Tabiat ana burada bir “resim” yapmış.
Biz kibirli insancıklara neyi yapıp neyi yapamayacağımızı, çok gururlandığımız
sanatlarımızla onun yaratma gücünü ancak taklit edebileceğimizi ama yerine asla
geçemeyeceğimizi bilgece göstermiş. Mutluluk
patlamaları, gerçekleşme anları…Rehberimiz o kadar cana yakın ki. Elif’i lagüne
kanoyla getiriyor, bizim en güzel anlarımızı çektiği resimlerle ve videolarla ölümsüzleştiriyor.
Kalabalıklarla dolup taşan bu yer şansımıza son derece tenha ve sessiz.
Meleklerimiz hep bizimle. El Nido geceleri. Karnavala denk gelmek. Süslü püslü
rengarenk hatunlar geçidi…bando müziği…çok eğlenceli.
19 Mart: Bugün Tur A günü...Tüm turların kraliçesi. Program Secret
lagoon, Big lagoon ve seven commando beach. Secret lagoon ’da küçük bir
mağaracıktan saklı bir lagüne geçiş yapmak, kireç taşı kayalıkların dışa bombe
yapmış çıkıntılarının altından yüzmek, sahile çıkıp ağaçlarla gölgelenmiş gizli
geçitlerden öteki sahillere uzanmak. Öğleden sonra, tam gün aynı dünkü gibi
yavanlaşmaya başlamışken yine bir kuantum sıçramasıyla gerçek üstüne geçmek.
Big lagoon. Adaların arasından içeriye sokulan muazzam bir boğaz…ve burada kano yapmak!
Belimden acayip tırsıyorum ama artık yolculuğun sonuna geldik. Yürü Engin! Bir
Uruguaylıyla kanoyu paylaşıyoruz. Kürek çekerek boğaza girmek…renklerin dün
olduğu gibi tılsımlı bir şekilde turkuazlardan sarılara doğru açılması…iki
yanımız kayalık duvarlar…harikulade bir manzara…tabiat ananın eşsiz yaratma gücü…
kanoyu bırakıp denize giriyoruz… güzelliklerle kutsanıyoruz…arınıyoruz…tekrar
kanoya biniyoruz…boğazın kıvrım yaptığı yerden dönüyoruz, bir ormana
geliyoruz…yeşil ve lacivert, ahenkle uyumla birbirine karışıyor…kanoyla dar
labirentlerden geçiyoruz…hiç durmayan bir yüz gülümsemesi…hep şükretmek! Benim Uruguaylı
sosyal medya fenomeniymiş meğer. Dronla çektiği harika görüntüleri paylaşmayı
teklif etmesin mi! Kano kardeşliği böyle bir şey olsa gerek! Meraktan ölüyorum.
Acaba neler gelecek. Akşama şahane videolar gönderiyor ve bizi mest ediyor. Ya
gerçekten çok şanslıyız. Go-promuz yok, dronumuz yok ama oradan buradan müthiş
çekimler topluyoruz seyahat boyunca.
Konaklama: INNGO
TOURIST INN, EL NIDO
Yemek: ART
CAFE
PORT BARTON
20-22 Mart: Dört saatlik bir yolculukla öğlen vakti Port Barton’a
varıyoruz ve otele yerleşiyoruz. Minibüste eciş bücüş oturmaktan sırtım
kopuyor. Dün kano yaparken belime arkadan rüzgâr da yemiştim. Çok kötü değilim
ama bayağı yamuluyorum. İyi ki El Nido’nun zorlu tekne turlarını yolculuğun
sonuna bırakmışız. Öbür türlü turşuya dönermişiz.
Otel personeli gerçekten çok güler yüzlü. Ama
seyahatin başından beri ilk defa iki gün boyunca hava bulutlu bizim de içimiz
bulutlu, fırtınalı ve sağanak yağışlı. Ülkemizden yükselen ve sesi ta buradan
bile duyulan despotizmin çizme sesleri. İmamoğlu’nu hiçbir gerekçe göstermeden
hapse atmışlar. Tüm ülke akın akın Saraçhane’deki belediye binasına protestoya
koşuyor. Zombi gibiyiz. Burada zamanın nasıl geçtiğini pek hatırlamıyoruz. Artık
dönmenin ve gerçeklerle yüzleşmenin zamanı geldi. Hoşça kal cennet!
Bu yolculukta o kadar çok “İLK” yaşadık ki
o
Hayatımda
gördüğüm
§
İlk
kum adacıkları; White island Camiguin
§
İlk
dev balina köpek balıkları; Oslob
§
İlk
binlerce balıklık dev sardalye sürüleri; Moalboal
§
İlk
kez bir batığa dalmak…hem de tek başıma; Darocotan island
§
Ve
ilk kez yerleşik olmayan ıssız bir adada kalmak; Darocotan island
o
Diğer taraftan
§
Hayatımın
en güzel minik adası; Mantigue island Camiguin
§
Hayatımın
en güzel yerleşik ama turizmden uzak kalmış bakir adası; Camiguin
§
Hayatımın
en güzel kano keyfi; Big lagoon El Nido
§
Hayatımda
yüzdüğüm en güzel küçümen şelaleler; Camiguin
§
Ve
hayatımda uzun bir süre yaşamayı isteyeceğim en güzel otel; Fairway Bluewaters
Boracay
Konaklama: MORNING
STAR PORT BARTON
Yemek: OLIVE’S
CRIB
Yorumlar
Yorum Gönder